Pazar, Ağustos 16, 2009
Yeni Kitap "Zamanın Sesi - Datça Manileri" Çıktı
"Manilerimiz gerçek öyküleriyle derlendiğinden çok çarpıcıdırlar. Yaşanmış Datça öyküleri de öyle. Öykülere ve manilere gerçek dışı ne bir katkımız, ne de eksiğimiz konmakta. Her öykü ve mani günlerce süren bir koşuşturma ve soruşturmanın sonucu meydana gelmekte. Bir maninin öyküsünü almak için bazen 5-6 yaşlı dinlemekteyim. Mani kimin için, neden, ne zaman söylenmiş. Karşı taraf ne demiş. Bunlar didik didik ediliyor. Öyküler de öyle. Okuyucumuz arasında yerel halk da olduğundan ne ilave ne eksik yazamıyoruz. Ama bunu bir rapor gibi de sunamıyoruz. Okunması için yumuşatılması, ruh katılması lazım. Bunu da olayın özüne dokunmadan yapmamız gerekiyor. İşte zor tarafı da bu. Bir öykü yazarı veya bir araştırmacı olma peşinde değilim. Sadece bu yarımadada kaybolmakta olan bir kültürü yaşatmak istiyorum."
Nihat Akkaraca
Kitabı edinmek ve bağlantı için:
melikeakkaraca@hotmail.com
meltemsemizoglu@gmail.com
- Datça'da yerel satış noktalarında
- İstiklal Kitabevi - İstiklal cad. İstanbul
- Ödemeli isteme posta çek hesabı : 5422151 Hakan Semizoğlu hesabı
Kitap isteme mail adresi : hakansemizoglu@gmail.com
Salı, Şubat 10, 2009
Pazartesi, Ocak 19, 2009
KISSADAN HİSSE II
BİR GEZGİN VE KÖYÜN BİLGESİ
Boş zamanlarında etraftaki köyleri yaya olarak dolaşır, bundan büyük bir zevk alırdı. Biraz önce geldiği köy sanki terkedilmiş gibiydi. İn cin top oynuyordu. Birini bulup sebebini öğrenecek hem de bundan sonraki köyün yolu hakkında biraz bilgi alacaktı..
Köyün içinde biraz yürüdü, caminin yanına gelince bir yaşlı gördü. Güneşe karşı, duvarın dibine çökmüş, sırtını caminin duvarına dayamış, yola bir şeyler yazmak istiyormuş gibi elindeki çomakla önündeki toprağa çizgiler çiziyor hem de güneşleniyordu. Uzun, beyaz sakallarıyla yaşı seksenin üstünde gösteriyordu. Yüzündeki durgunluk ve aldırmazlıktan, bu dünyada onca yıl boşuna yaşamadığı anlaşılıyordu. Gezgin, İhtiyarın karşısına dikildi, selamlaştıktan sonra köyün neden bom boş olduğunu sordu:
İhtiyar:
“Bütün köy halkı, çoluk çocuk ağanın imecesine gittiler. Akşama gelirler.” dedi
“Ya, öyle mi? Peki, ben Mandalı köyüne gitmek istiyorum kaç saat çeker buradan?
İhtiyarın cevabı:
“Sen yoluna yürü bakalım.”
Gezgin, İhtiyarın onu iyi anlamadığını düşünerek üsteledi:
“Amca , Mandalı köyüne kaç saatte gidebilirim, onu sordum sana!”
Cevap gene aynı:
“Sen yoluna bi' yürü bakalım…
Gezgin, ihtiyarın bilgi vermek istemediğini düşündü, kızarak kendi kendine konuştu; “Ulan burada köyün bunağıyla mı uğraşacağım,” diyerek adımlarını açtı. Elli metre uzaklaşmıştı ki, ihtiyarın seslendiğini duydu:
“İki buçuk saatte gidersin!”
“Çattık belaya!” dedi kendi kendine gezgin. İhtiyara doğru döndü:
“E, amca! Deminden beri ben de sana onu soruyordum, madem biliyordun neden o zaman söylemedin?”
İhtiyarın cevabı oldukça bilgeceydi:
“Oğlum ben senin yürüyüşünü görmeden, Mandalı’ya kaç saatte gideceğini nasıl bilebilirdim?..
Boş zamanlarında etraftaki köyleri yaya olarak dolaşır, bundan büyük bir zevk alırdı. Biraz önce geldiği köy sanki terkedilmiş gibiydi. İn cin top oynuyordu. Birini bulup sebebini öğrenecek hem de bundan sonraki köyün yolu hakkında biraz bilgi alacaktı..
Köyün içinde biraz yürüdü, caminin yanına gelince bir yaşlı gördü. Güneşe karşı, duvarın dibine çökmüş, sırtını caminin duvarına dayamış, yola bir şeyler yazmak istiyormuş gibi elindeki çomakla önündeki toprağa çizgiler çiziyor hem de güneşleniyordu. Uzun, beyaz sakallarıyla yaşı seksenin üstünde gösteriyordu. Yüzündeki durgunluk ve aldırmazlıktan, bu dünyada onca yıl boşuna yaşamadığı anlaşılıyordu. Gezgin, İhtiyarın karşısına dikildi, selamlaştıktan sonra köyün neden bom boş olduğunu sordu:
İhtiyar:
“Bütün köy halkı, çoluk çocuk ağanın imecesine gittiler. Akşama gelirler.” dedi
“Ya, öyle mi? Peki, ben Mandalı köyüne gitmek istiyorum kaç saat çeker buradan?
İhtiyarın cevabı:
“Sen yoluna yürü bakalım.”
Gezgin, İhtiyarın onu iyi anlamadığını düşünerek üsteledi:
“Amca , Mandalı köyüne kaç saatte gidebilirim, onu sordum sana!”
Cevap gene aynı:
“Sen yoluna bi' yürü bakalım…
Gezgin, ihtiyarın bilgi vermek istemediğini düşündü, kızarak kendi kendine konuştu; “Ulan burada köyün bunağıyla mı uğraşacağım,” diyerek adımlarını açtı. Elli metre uzaklaşmıştı ki, ihtiyarın seslendiğini duydu:
“İki buçuk saatte gidersin!”
“Çattık belaya!” dedi kendi kendine gezgin. İhtiyara doğru döndü:
“E, amca! Deminden beri ben de sana onu soruyordum, madem biliyordun neden o zaman söylemedin?”
İhtiyarın cevabı oldukça bilgeceydi:
“Oğlum ben senin yürüyüşünü görmeden, Mandalı’ya kaç saatte gideceğini nasıl bilebilirdim?..
Çarşamba, Ocak 14, 2009
KISSADAN HİSSE
Geçtiğimiz günlerde bir toplantıda eski Cumhurbaşkanları'ndan Demirel'e ülkenin durumu hakkında ne düşündüğü sorulmuş.
Demirel de soruyu yönelten kişiye:
"Bak! Sana bunu bir fıkrayla anlatayım da pazar neşesi olsun" demiş. Demirel'in anlattığı fıkra :
Osmanlı döneminde yolsuzlukları ile ünlü Karakuşi adında bir kadı varmış. Bir gün Karakuşi Kadı, bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş.Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini bekleyen nefis bir ördek var... Karakuşi Kadı, fırıncıya 'Ben bunu aldım' demiş.Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş.Az sonra ördeğin sahibi gelmiş: 'Hani bizim ördek?' Fırıncı boynunu büküp 'Uçtu' deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış... Gayrimüslim de peşinde kovalıyor...Bir duvardan atlarken, bilmeden öteki taraftaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş.Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış...Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak Karakuşi Kadının karşısına çıkarmışlar. Kadı sırayla sormuş... Ördeğin sahibi:
'Bu adam ördeğimi hiç etti' diye şikáyet etmiş.Karakuşi Kadı, fırıncıya sormuş:
'Ne yaptın bu adamın ördeğini?'Fırıncı 'Uçtu' demiş. Kadı, kara kaplı defterini açmış:'
Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar 'Uçar' anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil' diyerek fırıncının beraatına karar vermiş. Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş... Onun şikáyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
'Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o müslimin tek gözü çıkarıla...'Davacı 'Ne olacak?' diye sorunca Karakuşi Kadı, 'Şimdi' demiş, 'Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.' Tabii gayrimüslim şikáyetinden hemen vazgeçmiş, fırıncı bu davadan da beraat etmiş.Çocuğunu kaybeden kadının kocasına da Karakuşi Kadı, 'Tamam' demiş, 'Karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak.'Böyle olunca adam da şikayetini anında geri almış, fırıncı bu davadan da kurtulmuş. Kadı dönmüş Yahudi'ye: 'Senin şikáyetin ne?'Bre…Yahudi ellerini açmış, 'Ne diyeyim kadı efendi' demiş, 'Adaletinle bin yaşa sen, e mi !'Demirel bu fıkrayı anlattıktan sonra kendisini dinleyen topluluğa dönerek, kıssadan hisse:" Ananı "öpen" kadı ise, kime şikáyet edeceksin?.. Bugün ülkedeki durum bu! Anladın mı?" demiş...
Demirel de soruyu yönelten kişiye:
"Bak! Sana bunu bir fıkrayla anlatayım da pazar neşesi olsun" demiş. Demirel'in anlattığı fıkra :
Osmanlı döneminde yolsuzlukları ile ünlü Karakuşi adında bir kadı varmış. Bir gün Karakuşi Kadı, bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş.Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini bekleyen nefis bir ördek var... Karakuşi Kadı, fırıncıya 'Ben bunu aldım' demiş.Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş.Az sonra ördeğin sahibi gelmiş: 'Hani bizim ördek?' Fırıncı boynunu büküp 'Uçtu' deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış... Gayrimüslim de peşinde kovalıyor...Bir duvardan atlarken, bilmeden öteki taraftaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş.Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış...Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak Karakuşi Kadının karşısına çıkarmışlar. Kadı sırayla sormuş... Ördeğin sahibi:
'Bu adam ördeğimi hiç etti' diye şikáyet etmiş.Karakuşi Kadı, fırıncıya sormuş:
'Ne yaptın bu adamın ördeğini?'Fırıncı 'Uçtu' demiş. Kadı, kara kaplı defterini açmış:'
Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar 'Uçar' anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil' diyerek fırıncının beraatına karar vermiş. Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa sormuş... Onun şikáyetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş:
'Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o müslimin tek gözü çıkarıla...'Davacı 'Ne olacak?' diye sorunca Karakuşi Kadı, 'Şimdi' demiş, 'Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız.' Tabii gayrimüslim şikáyetinden hemen vazgeçmiş, fırıncı bu davadan da beraat etmiş.Çocuğunu kaybeden kadının kocasına da Karakuşi Kadı, 'Tamam' demiş, 'Karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak.'Böyle olunca adam da şikayetini anında geri almış, fırıncı bu davadan da kurtulmuş. Kadı dönmüş Yahudi'ye: 'Senin şikáyetin ne?'Bre…Yahudi ellerini açmış, 'Ne diyeyim kadı efendi' demiş, 'Adaletinle bin yaşa sen, e mi !'Demirel bu fıkrayı anlattıktan sonra kendisini dinleyen topluluğa dönerek, kıssadan hisse:" Ananı "öpen" kadı ise, kime şikáyet edeceksin?.. Bugün ülkedeki durum bu! Anladın mı?" demiş...
Çarşamba, Aralık 31, 2008
Pazartesi, Aralık 22, 2008
YENİ BİR KİTAP
Cumartesi, Aralık 20, 2008
ANI-ÖYKÜ
MUĞLA’DA SOKAĞI SULAMANIN CEZASI
Sezai, Datça’nın ilk üç şoföründen biriydi. Daha sonraki yıllarda Datça’nın en renkli, en dakik şoförü olan Mahluk[1] ise, Sezai’nin muavini olarak çalışıyordu. Kamyon, Datça belediyesinindi. İş çıktıkça Muğla’ya, Marmaris’e gider gelirlerdi. O gün Muğla’ya boş gittiler. Ertesi gün çimento sarıp geleceklerdi.
O yıllarda Muğla’nın sokaklarının yarısı topraktı, henüz asfalt veya taşla kaplanmamıştı.. Sezai, sebze halinin olduğu sokağa kamyonla biraz süratli girip, yolun bütün tozunu kaldırınca esnaf, belediye zabıtasını çağırdı. Zabıta, şehri kirletmekten hatırı sayılır bi’ ceza kesti. Sezai, hiç itiraz etmeden ödedi cezayı.
O gece Muğla’da kalacaklardı. Muğla Belediyesine ceza ödediklerinden, biraz tasarruf etmeyi düşündüler. Park parası ödememek için kamyonu otogarın arka tarafında bir sokağa park ettiler. Kendileri de otel parası vermemek için kamyonda uyumaya karar verdiler… Akşam üzeri lokantaya gitmediler. Bakkaldan aldıkları peynir, salam, domates ve biralarla kamyonda geçiştirdiler akşam yemeğini. Sezai şoför mahalline, Mahluk arkada kamyonun kasasına erkenden yatıp, uyudular. Epey bi’zaman geçtikten sonra Sezai uyandı. Muğla sokaklarında el ayak iyice çekilmiş, in cin top oynuyordu. Zaman, herhalde yarı geceyi biraz geçmişti. Akşamki biranın etkisiyle sıkışmıştı. Gecenin yarısında Muğla’da tuvalet arama niyetinde değildi. Hem ne olacak, sadece küçüğünü yapacaktı. Arabadan inip kapıyı kapatınca, kapıdan çıkan sesle Mahluk da uyandı.
Uyku sersemi, Sezai’yi sokakta görünce, sordu:
“Nereye gidiyorsun, abi?”
“Suss! sesini yükseltme, sıkıştım! Şuralarda işimi göreceğim.
Mahluk, alçak sesle:
“Ben de, abi,” deyip Sezai’nin yanına geldi.
Sezai:
-“Şu yol kenarındaki çam ağaçlarının altından yürüyerek yapalım da, yolun öbür ucundan gelen olursa görmesin, gören olursa bile ne yaptığımızı anlayamasın.” dedi. Fikir, Mahluk’un da aklına yattı. Zaten çocukluğundan beri kural dışı olmaya bayılırdı..
Şoför Sezai önde, muavini Mahluk onun arkasında, ağaçların altında yürüyor, hemde yolu ıslata ıslata ilerliyorlardı ki, oto garın duvarının üstünden önlerine aniden biri atladı. Arkadan biri daha… İlkin, karanlıkta ne olduğunu anlayamadılar. Ne zaman ki, bir ses, “Ne yapıyorsunuz siz ulan, gecenin bu saatinde?” diye gürleyince, uyku sersemliğinden biraz daha ayıldılar ve yola atlayanların gece bekçisi olduğunu anladılar.
Sezai biraz utandı, hiç sesini çıkarmadı. Gece bekçisinin ikinci sorusunu anadan doğma kekeme olan Mahluk, kekeleyerek cevapladı:
“Bi, bi, biz mi?” dedi. “Bi, bi biz, toz olmasın diye yo yo yo yolları sulama ya çaılışıyorduk, diyebildi. Bu cevaba iyice öfkelenen bekçilerden biri:
“Siz bizimle dalga geçmeyi görürsünüz şimdi!: Yürüyün bakalım karakola!” diye bağırdı.
Yolda gece bekçilerine dertlerini anlatmak istedilerse de bekçilerin onları dinlemeye niyeti yoktu. Götürüp polis karakoluna bıraktılar. Nöbetçi komiser işledikleri suça baktı, işledikleri suç, polisiin kapsamında değil, belediye zabıtasının kapsamındaydı.
-“Zaten sabah olmak üzere. Biraz burada bekleyin de yarın size belediye zabıtası ceza kestikten sonra bırakırız.” dedi komiser.
Zabıtanın onlara daha dün toz kaldırmaktan ceza kestiğini anlatmaya çalışıp paçayı kurtarmak istediler ama, komiser kararını vermişti bi’ kez
Mahluk, gecenin bi’yarısında başına gelenlere iyice içerlemiş, pepeliği daha da nüksetmişti.
Cesaretini toplayarak komisere:
Ko ko komiser Bey! Gündüz sok sokaktan to to toz kaldırdık diye ceza kestiler; akşam toz kalkmasın diye su su suladık diye mi ce ce za kesecek bu Muğlalılar bize? dediğinde komiser kahkaha atmaktan zor tuttu kendini.
[1] Adı Mehmet Ali’ydi. Çocukken, şoförlük öğreneceğim diye, kapılarının önündeki kamyonu çalıştırmış sokak kapısını yıkarak kendi avlularına kadar girmişti. Oğlunun yaramazlıklarından bıkan baba, o gün çok kızınca diğer çocukların yanında ona “Mahluuk!” diye bağırmış. O günden beri adı Mahluk olmuştu. Aslında mahluk değildi, tam tersine dürüst, dakik, dikkatli bir şofördü. Fakat toplum onun bu özelliklerini biraz aşırı bulmuştu.
Sezai, Datça’nın ilk üç şoföründen biriydi. Daha sonraki yıllarda Datça’nın en renkli, en dakik şoförü olan Mahluk[1] ise, Sezai’nin muavini olarak çalışıyordu. Kamyon, Datça belediyesinindi. İş çıktıkça Muğla’ya, Marmaris’e gider gelirlerdi. O gün Muğla’ya boş gittiler. Ertesi gün çimento sarıp geleceklerdi.
O yıllarda Muğla’nın sokaklarının yarısı topraktı, henüz asfalt veya taşla kaplanmamıştı.. Sezai, sebze halinin olduğu sokağa kamyonla biraz süratli girip, yolun bütün tozunu kaldırınca esnaf, belediye zabıtasını çağırdı. Zabıta, şehri kirletmekten hatırı sayılır bi’ ceza kesti. Sezai, hiç itiraz etmeden ödedi cezayı.
O gece Muğla’da kalacaklardı. Muğla Belediyesine ceza ödediklerinden, biraz tasarruf etmeyi düşündüler. Park parası ödememek için kamyonu otogarın arka tarafında bir sokağa park ettiler. Kendileri de otel parası vermemek için kamyonda uyumaya karar verdiler… Akşam üzeri lokantaya gitmediler. Bakkaldan aldıkları peynir, salam, domates ve biralarla kamyonda geçiştirdiler akşam yemeğini. Sezai şoför mahalline, Mahluk arkada kamyonun kasasına erkenden yatıp, uyudular. Epey bi’zaman geçtikten sonra Sezai uyandı. Muğla sokaklarında el ayak iyice çekilmiş, in cin top oynuyordu. Zaman, herhalde yarı geceyi biraz geçmişti. Akşamki biranın etkisiyle sıkışmıştı. Gecenin yarısında Muğla’da tuvalet arama niyetinde değildi. Hem ne olacak, sadece küçüğünü yapacaktı. Arabadan inip kapıyı kapatınca, kapıdan çıkan sesle Mahluk da uyandı.
Uyku sersemi, Sezai’yi sokakta görünce, sordu:
“Nereye gidiyorsun, abi?”
“Suss! sesini yükseltme, sıkıştım! Şuralarda işimi göreceğim.
Mahluk, alçak sesle:
“Ben de, abi,” deyip Sezai’nin yanına geldi.
Sezai:
-“Şu yol kenarındaki çam ağaçlarının altından yürüyerek yapalım da, yolun öbür ucundan gelen olursa görmesin, gören olursa bile ne yaptığımızı anlayamasın.” dedi. Fikir, Mahluk’un da aklına yattı. Zaten çocukluğundan beri kural dışı olmaya bayılırdı..
Şoför Sezai önde, muavini Mahluk onun arkasında, ağaçların altında yürüyor, hemde yolu ıslata ıslata ilerliyorlardı ki, oto garın duvarının üstünden önlerine aniden biri atladı. Arkadan biri daha… İlkin, karanlıkta ne olduğunu anlayamadılar. Ne zaman ki, bir ses, “Ne yapıyorsunuz siz ulan, gecenin bu saatinde?” diye gürleyince, uyku sersemliğinden biraz daha ayıldılar ve yola atlayanların gece bekçisi olduğunu anladılar.
Sezai biraz utandı, hiç sesini çıkarmadı. Gece bekçisinin ikinci sorusunu anadan doğma kekeme olan Mahluk, kekeleyerek cevapladı:
“Bi, bi, biz mi?” dedi. “Bi, bi biz, toz olmasın diye yo yo yo yolları sulama ya çaılışıyorduk, diyebildi. Bu cevaba iyice öfkelenen bekçilerden biri:
“Siz bizimle dalga geçmeyi görürsünüz şimdi!: Yürüyün bakalım karakola!” diye bağırdı.
Yolda gece bekçilerine dertlerini anlatmak istedilerse de bekçilerin onları dinlemeye niyeti yoktu. Götürüp polis karakoluna bıraktılar. Nöbetçi komiser işledikleri suça baktı, işledikleri suç, polisiin kapsamında değil, belediye zabıtasının kapsamındaydı.
-“Zaten sabah olmak üzere. Biraz burada bekleyin de yarın size belediye zabıtası ceza kestikten sonra bırakırız.” dedi komiser.
Zabıtanın onlara daha dün toz kaldırmaktan ceza kestiğini anlatmaya çalışıp paçayı kurtarmak istediler ama, komiser kararını vermişti bi’ kez
Mahluk, gecenin bi’yarısında başına gelenlere iyice içerlemiş, pepeliği daha da nüksetmişti.
Cesaretini toplayarak komisere:
Ko ko komiser Bey! Gündüz sok sokaktan to to toz kaldırdık diye ceza kestiler; akşam toz kalkmasın diye su su suladık diye mi ce ce za kesecek bu Muğlalılar bize? dediğinde komiser kahkaha atmaktan zor tuttu kendini.
[1] Adı Mehmet Ali’ydi. Çocukken, şoförlük öğreneceğim diye, kapılarının önündeki kamyonu çalıştırmış sokak kapısını yıkarak kendi avlularına kadar girmişti. Oğlunun yaramazlıklarından bıkan baba, o gün çok kızınca diğer çocukların yanında ona “Mahluuk!” diye bağırmış. O günden beri adı Mahluk olmuştu. Aslında mahluk değildi, tam tersine dürüst, dakik, dikkatli bir şofördü. Fakat toplum onun bu özelliklerini biraz aşırı bulmuştu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)