BUNLARI BİLİYOR MUYDUK?
1- 150 keçilik bir sürüde, 7 ila 8 adet teke bulundurulduğunu.
2- Bazı tekelerin, bazı geceler, kendi ağıllarındaki iki yüz güzel keçiyi bırakıp, başka keçi ağıllarına kaçarak hovardalık yaptıklarını. Hem de Gargı’dan yola çıkıp, taa Batır Köyü’ne kadar on kilometrelik yolu yürüdüklerini ve ağılda bıraktıkları keçilerin bütün bunları bilmelerine rağmen hiç kavga etmediklerini.
3- Keçilerin doğum mevsimlerinde, çobanların, yanlarında bir kaç kişi yardımcı götürdüklerini; doğacak bebek oğlakları taşımaları için.
4- Akşam doğum yapan keçinin, ertesi günü sürüyle dağa çıkarılmadığını, lahusa keçi olarak ağılda bırakıldığını.
5- yavrusu gelişsin diye , doğum yapan keçinin bir- iki ay sağılmadığını.
6- sağılmaya başlandığında, tekrar hamile kalana kadar sağıldığını. (hamile kalınca zaten süt vermediğini)
7- Her keçi çobanının yanında deniz kabuğundan yapılmış bir boru taşıdığını ve bunu, sürüye gelecek çakalları korkutmak için arasıra öttürdüklerini.(Bu su borusu değil haa, Deniz salyangozunun kabuğu, sivri yeri delinerek borazan yapılırdı) Denizin olmadığı yerlerde, çobanlar ne öttürürdü bilmem.
8- keçi kırkımı günlerinde düğün yemeği gibi yemek yapıldığını.
9- Sürüden ayrı gezmeyi seven keçilere, bilhassa çan takıldığını.
10- Bebek oğlakların analarından ayrılarak ağılda kaldıklarını. Akşam olunca, yavrusu ağılda kalmış anne keçilerin, meleyerek, koşa koşa ağıla en önde geldiklerini.
11- keçi doğurduktan sonra göbek bağını en uygun yerinden kendisinin ağzıyla kestiğini. Ve hiç hata yapmadığını.
12- 1950 yıllarına kadar, gargı Koyu’na her gün öğle saatlerinde 1000 kadar keçinin su içmek ve öğle dinlenmesi (Ergilmesi) için indiğini. Bu bin keçinin sadece beş/altı kişiye ait olduğunu
13- Bir deyim vardır; “Keçi, ayklarıyla da karnını doyurur.” Yani, keçi, yiyeceğini bulduğunda bile durup onu yemez, yürümeye devam eder. O yürümekle de karnını doyurur dediklerini, biliyormuyduk?.
14- Keçilerin hep rüzgara karşı yürüdüğünü; veya böyle yürümesini sevdiklerini.
15- Keçinin kuyruğuyla hava tahmini yapılabildiğini. Çoban, sabah kalkıpta ağıla geldiğinde, ilkönce keçilere şööyle bi göz atıp hava tahmini yaptığını. Keçiler birbirleriyle itişip kakışıyorlarsa, çok yakında hava bozacak, ya yağmur ya fırtına gelecek demek olduğunu.
Bütün bunların dışında:
Eğer keçiler kafalarını bacaklarının arasına sokmuş öyle duruyorlarsa, akşama doğru hava bozacak demektir.
Eğer keçiler kuyruklarını dik tutmuş, veya o kadar dik ki hatta kıvrılmış olarak tutuyorlarsa, hava çok güzel olacaktır. Bunun tersi, kuyruklar aşağıya sarkmış, edep yerlerini kapatmışsa, hemen yakında ya bir fırtına ya bir yağmur beklenmelidir.
Keçilerle hava tahmini yapmanın bir öyküsü bile var:
Hava tahmininde uzmanlaşmış bir kişi, hatta yanında hep bir barometre taşıyan biri, uzun bir yolculuktayken, dağın başında bir çobana rastlamış. Çoban, evine bir an evvel ulaçmak için, üç yüz kadar keçisini, vadinin ortasından akmakta olan bir dereden karşı tarafa geçirmeye çalışmaktaymış. Öyle bir telaş içindeymiş ki, bilgili yolcu durup çobana sormuş: “Ne böyle telaşın, çoban kardeş? Bırak kendiliklerinden geçsinler, neredeyse keçileri dereye atacaksın telaşından.” Dediğinde,
Çoban:
“Eğer on dakika geç kalırsam zaten dereden geçerken akacak selde telef olacaklar” demiş,
Bunun üzerine hava tahmininde kendini uzman bilen adam, cebinden bir barometre çıkararak, bakmış ve gülmüş:
“Yanılıyorsun çoban bey kardeşim,” demiş. “İşte hava durumunu dakikası dakikasına bildiren alet. Telaşlanacak bişey yok, ağır ol,”demiş
Çoban, onu dinlemeyerek keçilerini karşı tarafa geçirmiş. Bilge adam, istifini bozmadan dinlenmeye devam ediyormuş. Aniden bastıran bir bora ve tufanla yağmur başlamış ki, ne yağmur… Çoban artık selamete çıkmış olduğundan, hiç telaşsız, kepengini giymiş, kavalını çıkarmış, başlamış kaval çalmaya. Derenin karşısındaki bilge kişi, ne yapacağını şaşırmış durumda, sağa sola koşarak sığınacak bir yer arıyormuş. Bir kayanın dibine sığınarak yağmurun geçmesini beklemiş. Akşama doğru yağmur durup deredeki sular azalınca karşıya geçip, doğruca yamaçtaki çoban evine gitmiş. Ve çobana sormuş:
“Bu hava tahminini nasıl yaptın.?
Çoban, “Çok kolay, her zamanki gibi,” demiş. “Keçilerimin kuyruğundan.”
Bunu duyan bilge adam, cebinden çıkardığı barometresini bir taşın üstüne koyarak, eline geçitdiği diğer bir taşla parça parça edip, yoluna devam etmiş.
Salı, Mart 07, 2006
Kısa Öykü - İstvan Örkeny
EVDE OLMAK
Küçük kız, yalnızca dört yaşındaydı. Aklı bir çok şeye yetmiyordu henüz. Annesi yaşamlarındaki büyük değişimi kavratabilmek için, kızını dikenli tellerin yanına götürdü ve uzaktaki treni gösterdi.
-Ne güzel değil mi? Bak bu tren bizi evimize götürecek.
-O zaman ne olacak ki?
-Evimize kavuşacağız.
-Peki, ev ne demek?
-Bundan önce yaşadığımız yer demek.
-Orada ne var?
-Oyuncak ayıcığını hatıorlıyor musun? Belki bebeklerin de duruyordur?
-Anneciğim peki orada gardiyan var mı?
-Hayır, yok.
-O zaman, dedi: Oradan kaçabilir miyiz?
Çev: Sevgi Can Aysevener ( Simge dergisinden)
Küçük kız, yalnızca dört yaşındaydı. Aklı bir çok şeye yetmiyordu henüz. Annesi yaşamlarındaki büyük değişimi kavratabilmek için, kızını dikenli tellerin yanına götürdü ve uzaktaki treni gösterdi.
-Ne güzel değil mi? Bak bu tren bizi evimize götürecek.
-O zaman ne olacak ki?
-Evimize kavuşacağız.
-Peki, ev ne demek?
-Bundan önce yaşadığımız yer demek.
-Orada ne var?
-Oyuncak ayıcığını hatıorlıyor musun? Belki bebeklerin de duruyordur?
-Anneciğim peki orada gardiyan var mı?
-Hayır, yok.
-O zaman, dedi: Oradan kaçabilir miyiz?
Çev: Sevgi Can Aysevener ( Simge dergisinden)
Eski Datca
Gerçekten eski. Bugünlerde bazı yerli ve yabancılar yenilemeye çalışıyor. Ama yine taştan evlerle, taştan sokaklarla. Taş kesilmiş bir yer. Çok ilgi toplamaya başladı. Fotoğraftaki liseli çocuklarımızla Can Yücel'in evini ziyaretten geliyoruz. Güler Yücel bizi anılarıyla ağırladı. Datça'ya gelirseniz, görmeden edemiyeceğiniz bir yer.Eski Datca. İleriki günlerde değerli bir açık hava müzesi olma yolunda...
Orada doğdum, orada büyüdüm. Orayı araştırmakla, yazmakla ve anlatmakla geçmekte günlerim.
“MAYSTORU”
Nihat Akkaraca
Adı Mehmet. Ama Datca Yarımadası’nda herkes onu “Maystoru” adıyla tanır, o adla çağırırlar. Anası, oğlunun yaptığı yapılara bakarak, öğünmek için: “Benim oğlum ‘Maystoru’” deyince, köylü de ustaların ustası olan Mehmet’e, Maystoru adını layık görmüş. Doksan altısına merdiven dayamış Maystoru’yu tanımayan yok Yarımadada’da
Kendisini 1940’lı yıllarda kendi elleriyle yapmış olduğu iki katlı taş yapının alt katındaki kahvenin önünde otururken bulduk. Doksan altı yaşında göstermiyordu. Yapmış olduğu yapılardan söz açılınca daha da gençleşti… “Şu karşıya geç de bu binanın resmini çek, turistler hep resim çekiyor” deyince, ben de öyle yaptım. Köyün ortasında ayakta duran bu iki katlı bina yapı olarak tam bir Greek tarzıydı. Taşların işlenişi, kapı ve pencereler köy tarzına hiç benzemiyordu.
Maystoru yurtdışına çıkmamış, Rum ustalarla da çalışmamışsa, yapmış olduğu yapılardaki bu tarz nereden geliyor? Bunu Maystro’ya sordum: “Neden senin yapıların diğer Türk ustaların yapılarından değişik?” diye. Cevap: “Anam bene hep derdi; bi iş yapacaksan doğru dürüst yap. Yapamazsan hiç yapma…”
“Anan Rum’muş” diyecek oldum; lafı ağzıma tıkadı: “Onlara Rum demek çok günah…”
, Belli ki, anasına Rum denmesinden hoşlanmıyordu. “Onlara” diye söze başlamasının sebebi, Teyzesi’nin de Sındı Köyü’nde Topal Hasan’la evlenmiş olmasıydı. Ben ise, bu iki kahraman Rum kızların öyküleri peşindeydim. 1919 da bütün Rumlar Datça’yı terkederken, bu iki kız kardeş ailelerine başkaldırarak: “bizim vatanımız burası, biz burada kalıyoruz.” Diyebilmişler ve dediklerini de yapmışlar. Bunlar benim gözümde kahraman, Maystoru’nun gözünde, Rum oldukları için, kahraman değiller mi acaba?
Oğlu, Maestro, yıllarca ayakta kalacak binalara taş koyarken, anası Fatma da boş durmamış; köyün ve civar köylerin ebeliğini yapıyormuş o zamanlar. Erkek kardeşinin adı İbrahim’miş; ona bazen “Cavur İbrahim” diye takılırlarmış köyde. Bunlara çok alındığı belli oluyor. Bir kızkardeşi de Sındı Köyü’nde evli. “Elhamdülüllah hepimiz Müslümanız diyor.” Maestro, köyde imam bulunmadığı zamanlar, namaz da kıldırıyormuş. Sohbet sırasında sigaraları arka arkaya ekliyor. “Sigarayı çok içiyorsun” dediğimde: “Yaş 97’e dayandı,” diyerek, “Acı patlıcanı kırağı çalmaz” demek istiyordu herhalde.
Yapmış olduğu binalardan laf açınca coşuyor. “Bu köylere kanal sistemini ben getirdim” derken gözleri parlıyor.. Eskiden tuvaletler septik çukurlarının tam üstündeyken, Maestro, kanal sistemi yaparak, septik çukurlarını tuvaletlerden uzaklaştırmış. O zamandanberi tuvaletler bu sistemle yapılmış Betçe köylerinde.
Kalkacağımıza yakın anasının adını sordum: “Fatma” dedi. “Ama Topal Hasan’la evlenenin adı da Fatma” dedim. “Olsun, öyleydi” dedi Dini tören yapılırken, ilk Müslüman olana “Eski Fatma,” diğerine de “Yeni Fatma”demişler. Anasının evlenmeden önceki Rum adını sormak istedim. Cevap kesin ve kısaydı: “bilmiyorum…” Yaşlılardan duydum. Anasının adı Marya, teyzesinin adı Katherina’ydı.
Ondan ayrılmadan evvel yüzbinlerce taşın dokunduğu elleri öpmek istediğimde mutluluğu gözlerinden okunuyordu, Maystro’nun…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)