Pazartesi, Nisan 30, 2007

DATÇA ŞİİRİ

Bu şiir bana E postayla gönderildi. şiiri bir yere not etmiştim. Bir hata yaparak yazarını not etmemişim. şiirin yazarı belki burada okur, "ben yazmıştım" diyerek kendisini tanıtır.

Datça'da yılki atları var beyaz beyaz
Görmedim ama biliom ayakları kekik kokan
Can Baba'nın ruhu kaçmış içlerine
öyle esrikli, öyle özgür, öyle güzeller
Hani atlasanız sırtlarına sizi cennete götürecekler.

DUYURU

Datça'da yaşayanlara duyurulur

Eski Datça'da yaşayan sayın Prof. Dr. Kaya Türker, "Laik Hukuk ve şeriat hukukunun karşılaştırılması ve sosyal yaşama yansımaları" konulu bir söyleşi yapacaktır. Katılmak isteyen herkes davetlidir.

Tarih : 2 Mayıs Çarşamba
Saat : 16.00
Yer : ESKİ DATCA, ORHAN'IN KAHVESİ

Pazar, Nisan 29, 2007

Datçalı'dan Şikayet

Büyük şehirlerden gelip yerleşenler Datçalı’dan şikayetçidir. Yok Datcalı tembelmiş. Yok tarlasını satarak yaşıyormuş. Lokanta açıp da işletemeyenlerin şikayeti de “Datçalı lokantaya gelip yemek yemiyormuş,” gibi şeyler. Bodrum’da lokanta işleten kayınbiraderimin eşi de Bodrumlu’dan şikayet ediyor. Kiraladıkları lokantanın kirasını yükseltmek istiyormuş Bodrumlu sahibi. Bizimkiler yükseltmeyince “Çıkın lokantamdan,” diyormuş. Marmaris’e yerleşen bir arkadaştan dinlemiştim Marmarisli hakkındaki şikayetini. Marmarisliler'in yazın çorap giymediklerinden yakınıyordu. Sanırım rıhtımdaki tekne sahiplerini görmüştür çorapsız olarak.
Herneyse, bunları dinleye dinleye kanıksadık artık, aldırmıyoruz. Fakat, geçenlerde uzman bir doktordan duyduğum bir şikayet beni güldürdü. Doktor yeni yerleşmiş, müşterisi az. Şikayeti şu: “Datcalı doktora gelmiyor…” “Acaba Datçalı hasta olmuyor mu?” diye düşünmüyor. Her ikisi de olabilir. Doktor acaba neden olumlu yönünden bakmıyor olaya?.
mesela: "Datçalı hasta olmuyor." diyebilir... Ama, işe olumsuz yönünden bakmayı tercih ediyor, her nedense.
Henüz duymadık ama, yakında duyabiliriz, Datça’ya atanmış İmamlardan: “Datçalı kolay kolay ölmüyor” şikayetini…

Salı, Nisan 24, 2007

HAYITBÜKÜ'NDEKİ KUTLAMA

Köy Enstitülü Emekli öğretmenlerden Cahit Çete konuşmasını yapıyor. Nutuk atmıyor, anlatıyor. Bu yıl ilk kez sıradışı bir kutlama yaşattılar bize Köy Enstitülüler.

Hayıtbükünde kahvaltılı kutlama


Pazartesi, Nisan 23, 2007

KÖY ENSTİTÜLERİNİN 67. KURULUŞ YILDÖNÜMÜ KUTLAMASI

Anlatmak için oturup yazmaya başlamadan önce bloklar aleminde ne var ne yok diye ilk kendi bloğuma girdim. Linklere bakarken gözüme “Eski Datça Antik Cafe-Bar” linki ilişti. Bi bakayım bizim “Guşçula” ne yapıkduru, dedim. Köy Enstitülerinin 67.nci Kuruluş yıldönümü kutlamasının Muberra tarafından anlatıldığı yazıyı gördüm. Ben de yazsam ona benzer sözcüklerle anlatacaktım Pazar günü Hayıtbükü’nde yaptığımız kutlamayı. Şimdilik yazmaktan vazgeçtim. Okumak isterseniz bu bloğun yan tarafındaki linklerden “Eski Datça Antik Cafe-bar” linkini tıklayınız.. Daha sonra ben de belki bişeyler yazarak anlatmaya çalışırım. Müberra arkadaşımız sanki dilimin ucundakileri oraya aktarmış. Duyguyu yitirmeden özetlemiş. Sağolasın Müberra… Nihat amca

Çarşamba, Nisan 18, 2007

Köy Enstitülerinin Kuruluş Yıldönümü kutlaması


Köy Esnstitülerinin Kuruluş Yıldönümü kutlamasına davet için ziyaret ettiğimiz Köy Enstitülü bir öğretmenimiz Cahit çete (Ortada)




22 Nisan Pazar günü, Köy Enstitüleri yıldönümü kutlamasındaki kahvaltının ücreti kişi başı 7.50 YTL. Kahvaltı tipik bir köy kahvaltısıdır.
Duyurulur.

Köy Enstitülerinin Kuruluş Yıldönümü kutlaması

Törenin yapılacağı koy, Hayıtbükü



İki öğretmen bir de ben. Elimizde çiçekler. Kapıyı çalıyoruz, kapıyı açanın gözü ilkönce çiçeğe takılıyor. Duygulandığı yüzündeki ifadeden anlaşılıyor. Hafif bir gülümseme, gözler pırıl pırıl. . Sanırım hemen anlıyorlar neden geldiğimizi. 17 Nisan’a birkaç gün var, ellerinde çiçeklerle onu ziyarete gelmişler… Gözler parlıyor ve yaşarıyor. Yüzlerinde tatlı bir gülümseme. Ziyaretimizin sebebini anladıkları bundan belli oluyor. 17 Nisan Köy Enstitülerinin kuruluş Yıldönümü kutlamasını 22 Nisan Pazar gününe aldığımızı ve kendisini törene çağırdığımızı bildiriyoruz. Bu yıl törenin köyde yapılacağını da söylüyoruz. Mesudiye Köyü, Hayıtbükü’nde. Törenin köyde yapılacak oluşu daha da sevindiriyor onları. Hepsi belli bir yaşın üzerindeler ve bu yüzden çok hassaslaşmışlar.
Bu yıl Köy Enstitülerinin Kuruluş Yıldönümü kutlamasına Köy Enstitülü emekli öğretmenleri böyle zarif bir yöntemle çağırmayı düşündük. Çiçeği veriyoruz, oturup bir müddet sohbet ediyoruz. Sohbet esnasında hepsinin gözlerinde yaşlar, dudaklarında hafif bir gülümseme görüyorum. Önlerinde hep saygıyla eğildiğim bu öğretmenleri ben, hep yaralı kuşlara benzetmişimdir. Kamu oyunda çok tartışıldılar ve halen tartışılmaktalar. Bu tartışmanın devam etmesi onları incitiyor gibi geliyor bana.
Ben bir öğretmen değilim. Ama, düz bir vatandaş olarak onları ve eğitildikleri sistemi öylesine anlıyor ve beğeniyorum ki… Üç ayda bir yayınladıkları “Yeniden İmece” dergisinin Datça temsilcisiyim. Derginin her sayısını daha çok okuyucuya nasıl ulaştırırım diye çabalıyorum. “Yeniden İmece” üç ayda bir çıkar, okumaya değer yazılarla dolu, kalite bir dergidir. İlerideki günlerde çıkacak sayılardan edinmek isteyenler bana başvurabilirler. Ederi 10.00 YTL dir. Başvuru için: akkaracanihat@hotmail.com .
Kutlamanın yapılacağı yer, Mesudiye Köyü, Hayıtbükü, Sarmaşık kahve. Datça dışındakilere yeri tanıtmak için yukarıya koyun resmini koydum. Kahve, denizin kenarında. O gün sabah saat 09.00 da Datça’daki minibus garajında toplanacağız. 09.30 da herket edeceğiz. Arabasıyla gidecek olanlar arabalarında boş yer varsa gideceklerden bir kaçını alacaklar. Bir de minibüs kiralanacak. Datça--Hayıtbükü arası 20 kilometre. İlkönce kahvaltı yapılacak. Kahvaltı sohbet toplantısı gibi olacak. Henüz tanışmayanlar birbirlerini tanıyacaklar. Kahvaltıya bir kişi için ödenecek ücreti bu akşam bildireceğiz. Tören kahvaltıdan sonra yapılacak. Konuşmacı olarak öncelik Köy Enstitülü öğretmenlere verilecek. Diğer konuşmacıların konuşmalarina sınırlama getirilecek. Uzun konuşmalar ve her yıldönümünde söylenen sözlerin tekrarı, töreni uzatıyor ve dinleyiciyi yoruyor.
Törenden sonra isteyenler yüzebilir veya yürüyüş yapabilirler.

Salı, Nisan 17, 2007

Sevdiğim fıkralardan biri

ŞEF SUSADI

Kızılderili Büyük Şef, aile fertleri, çoluk çocuk trenle yolculuk yapıyorlardı. Bütün bir aile neredeyse kompartımanı doldurmuşlar, uyur uyanık uzun bir yolculuğun sonuna yaklaşıyorlardı. Şef, çöl ikliminin etkisiyle sık sık susuyor, sırtındaki torbasından çıkardığı, ağaçtan yapılmış tası karısına doğru uzatıp:
-Büyük Şef susamak, diyordu.
Kadının tas dolusu getirdiği sudan içebildiği kadar içiyor, kalan kısmını da çocuklar içerken tas elden ele dolaşıyordu.
Gene böyle kısaca kestirdiği bir uyuklamadan sonra torbasına davrandı. Ağaçtan yapılma tası çıkarıp karısının gözüne doğru uzattı ve:
-Büyük Şef susamak, dedi.
Karısı büyük bir saygıyla tası alıp kompartımandan çıktı. Aradan geçen uzunca bir zaman sonra boynu bükük, kompartımanın kapısında göründü. Üzüntülü bir yüz ifadesiyle:
-Büyük Şef biraz beklemek, sonra su içmek, dedi,
Karısının yüzüne “O da nedenmiş?” der gibi bakan Şef’e boş tasla gelişinin sebebini anlattı:
-Su çukurunun üstünde beyaz adam oturmak, dedi...

Cumartesi, Nisan 14, 2007

BUGÜN DATÇA'NIN PAZARI

Bu sezon ilk gelişleri. Symililer biraz sonra geliyorlar. Bütün arkadaşlar, cümbür- cemaat. Kostas, Gianni, Hugo, katerina, Vasili, Michail... Limana gidiyorum. karşılamaya...

Cuma, Nisan 13, 2007

Eski Datça'da Bir Deyim ve Öyküsü

Belenköy'e giden yolda geven yüklenmiş bir kadınımız.


“SOLAKLAR’IN ÇAPASI”


Hemen hemen her evin avlusunun bir kenarında az çok, güzelce istiflenmiş, bilek kalınlığında veya kalın ağaç gövdelerinden yarılmış yarma meşe odunları olurdu. Bunlar soğuk günlerde evi ısıtmak ve yemek pişirmek için kullanılırdı. Bu tür odunlar evin erkeği veya varsa genç oğlu tarafından yapılırdı. Başka bir köşede kuru, ince ağaç dallarından yapılmış odun yığını bulunurdu. Buna “yalankı denir, daha çok evin kadını tarafından tarlalardan veya dağlardan toplanıp getirilirdi. Bu yalankıların yanındaki yığın ise geven[1] yığınıdır. Yalankı dediğimiz odun çok çabuk tutuşup iyi alevi olduğundan acil pişirmelerde kullanılırdı; örneğin, evin kadını sabahleyin acele olarak tepitme[2] yapmak isterse bu yalankıları gevenin küçük bir dalıyla tutuşturur, bir dakikada ocaktaki ateş, herhangi bişeyi pişirmeye hazır olur. Geven dediğimiz bu tutuşturucu da gene evin kadınları tarafından köye yakın yerlerden, mesela Eski Datca’da Çamlı Belen’den kazılırdı. Çoğunlukla dul kalmış kadınları görürdük, sırtlarında yalankı veya gevenle , iki büklüm olmuş, yorgun fakat yüzüne vurmuş mutluluğuyla evine doğru giden daracık Datça sokaklarını adımlarken. Bu yalankı veya geven getirme işi onlar için bir kıra çıkma, nefes alma fırsatı veya bir kır gezisi bahanesi olurdu. Kocası olan bir çok kadın da geven veya yalankı yapmaya kendisi gider bu işi kocasına yük etmezdi.
Yalankı yapmada kesici bişey kullanmaya gerek yoktur, ince, kuru dallar elle kırılarak yapılır. Geven dikenli olduğundan mutlaka bir çapayla kopartılırdı yerden. İşte o eski günlerde Eski Datça’nın yukarı mahallesinde oturan bir karı koca, bu karı kocanın, kocası askerde olan bir de gelinleri vardı. O zamanlar soyadı kullanılmadığından her ailenin bir lakabı, yani takma adı olurdu. Bu aileye de “Solaklar” denirdi. Hiç sanmam ki bunlara rastgele “Solaklar” denmiş olsun. Mutlaka geçmişte soylarından biri solak idiyse millet ne desin? Zaten herkes bir takma ad alınca ortalıkta bolca takma ad kalmıyormuş o zamanlar. Salaklar diyecek halleri yok ya. Takma ad üreten bir fabrika da yok ki alıp takacaksın adama…
Solakların komşusu olan Hacı Amad’ın karısı bi gün gevene gidecek oldu. Geveni sırtına bağlayacak ipi yerinde buldu ama, ara tara çapayı bi türlü bulamıyordu. Çapayı kocasının tarlaya götürmüş olabileceğini düşünerek, aramaktan vazgeçti. Eh! Gider komşulardan isterim bi çapa diyerek Solaklar’a geldi. Solaklar, karı koca tarlaya çalışmaya gitmişlerdi. Evde gelinleri Dudu vardı. Dudu’ya kendi çapalarını bulamadığını söyledi ve onların çapasını istedi. Solakların gelini hiç tereddüt etmedi.
“Komşu komşuya her zaman muhtaç, neye vermeyeyim” diyerek ıvır zıvırın bulunduğu, evin bitişiğindeki dama girdi. Elinde bi çapayla çıktı ve bekleyen komşusu Raziye kadına vererirken,
“Hadi gomşu, golay gelsin sene” dedi. Komşu kadın Raziye, ipi doladı beline, güzelim kazmayı aldı eline, yollandı Çamlı Belen’e. Daha önceleri de gittiğinden iyi gevenin nerelerde olduğunu bilirdi.
Gevenlerin içine girip de ilk kazmayı vurduğunda farkına vardı Solaklar’ın çapasının ne kadar iyi olduğunu. köküne dokunur dokunmaz kesip alıyordu koca köklü gevenleri. Bi solukta yaptı bir sırt yükü geveni. Eve gelip yükünü indirir indirmez götürdü verdi çapayı Solaklar’a. Solaklar’ın gelini Dudu, aldı çapayı koydu nereden aldıysa daha önceki yerine.
Fakat komşu kadın Raziye’nin dili durur mu? Nerede geven lafı edilirse hemen başlıyordu anlatmaya Solaklar’ın çapasını. Yok, öyle kesermiş ki geveni, hiç vurmaya hacet yokmuş. Yok, bi sırt yükü geveni iki solukta yapıvermiş de, böyle iyi çapa hiç görmemiş de… Çapanın ününü duyan konu komşu merak eder oldu Solaklar’ın çapasını. Ne zaman geven kazmaya gideceklerse başladılar Solaklar’ın çapasını istemeye. Konuşuldukça Eski Datça’ya yayıldı Solaklar’ın çapasının ünü.(Pardon. O zaman Eski Datça denmezdi ki oraya. Dadya denirdi. Çünkü Datça’nın yenisi yoktu henüz.) Karı koca Solaklar hep tarlada olduklarından gelinleri Dudu, severek veriyordu çapayı isteyene. Çapanın ünü yayıldıkça Dudu’nun hoşuna gidiyor ve tereddüt bile etmiyordu vermek için. Zaman zaman çapa evde olmuyor, geri çevirdiği komşu kadına; “öğleden sona gel, çapa gelirse alırsın” diyordu.
Bir kış günüydü, yağmur püsen püsen aralıksız yağıyordu. Solaklar karı koca o gün tarlaya gitmediler. Evin adamı Osman boş durmayı sevmezdi. Çoktandır aklındaydı; evin avlusunda duran kocaman meşe kütüğünden sürgü yapacaktı. Tam havası diye düşündü. Evin bitişiğindeki dama girerek baltasını aramaya başladı. Yıllardır hep yerinde bulduğu baltayı bulamıyordu. Öfkelenerek bağırdı gelinine:
-Gız Iraziye! Burada bi baltamız olacaktı, yok ortalıkta, hangi ceenneme godun baltayı?..
Gelin, koşarak geldi sundurmanın kapısına kadar ve sordu:
-Hangi baltayı sorukdurusun buba? Orada balta yoktu, bi çapa vardı, unu da gomşula durmadan alıkduru, eve geldiğimi va bizim çapanın. Öyle metediyorla ki…
-Aahh benim aptal gelinim, o senin eve gelmiyor dediin çapa deel, baltaydı o balta! Ne de güzel bilemiştim ben unu. Git kim aldıysa kap da gel, hadi çabuk ol!
Osman hâla bilmiyordu baltasının geven kazmada kullanıldığını. Baltayı ödünç alanların ağaç yontmak için aldıklarını sanıyordu. Biraz sonra balta elinde avlu kapısından içeri girdi Raziye gelin. Osman baltayı adeta kaptı gelinin elinden ve dikkatlice bakmaya başladı baltanın ağzına. İlk bakışta farkına varıp bastı feryadı:
-Gız ne bu baltanın hali? Ne yapmışla bunuynan? Bunun ağzı bizim çapadan da kötü olmuşa…
Gelin saf saf sormaya başladı.
-Bu bizim çapa değil miydi, buba?
Ahh benim salak gelinim, ahh! Solakların Salak gelini mi desem ben sene… diye yakınmaya başladı Solaklar’ın Osman.

İşte o günlerden beri Datça’da hangi alet ödünç alınarak elden ele dolaşırsa ona “Solakların çapası gibi” derler. Bir de, hangi balta körelmiş, kesmezse ona da, “Solakların baltasına dönmüş” derler…

Bugün artık “Solaklar’ın Çapası” deyimi olsun, geven kazma, yalankı toplama gibi şeyler unutulmaya yüz tutmuş olmasına karşın, yukarıda resimde gördüğünüz gibi köylerde hâla geven ve yalankı yapma işi devam ediyor.
[1] Dağlarda veya tepelerde diz boyu büyüyen dikenli bir çalı. Çabuk tutuşduğundan ocakta ateşi başlatmada kullanılır. Burada “geven” dedim ama Datca’da ona “kefen” derlerdi.
[2] Tepitme: Günlük olarak sac üzerinde yapılan, yufkaya benzer bir ekmek.

Pazartesi, Nisan 09, 2007

GULAK VE SÜPER TORUN

Dört masası, topu topu on beş sandalyesiyle küçücük, sevimli bir pastane. Tabelasına “Damak Tadı” yazmışlar ama ben “Sempati” diyorum. Öyle diyesim geliyor. Belki işleten çiftin çok sempatik oluşları bu çağrışımı yapıyor bende. Temiz mi temiz, hertaraf pırıl,pırıl… Kumluk Plajı’na yakın. Datça’da yaşayanlar bilirler. Hani, turizm sezonunda takıcıların sergilerini açtıkları, trafiğe kapalı olan sokakta.
Öğleden evvel oturup, orada bi çay veya kahve içmeyi seviyorum. Ara sıra “Gulak”ı da görürüm orada. Gulak, çalışmadığı için, Eski Datça’da oturmasına karşın, sık sık İskele’ye gezmeye gelir. Pastanenin sahipleri karı-koca, daha önce Eski Datça’da lokanta işletirken tanımışlar onu. Her gelişinde çayını, pastasını ikram ediyorlar ona. Bu Gulak, hani şu Can Yücel’in birkaç şiirinde adı geçen, Gulak… Can Yücel şöyle yazmış:

I

Güneş yanığı dazlak kafasını kaşıyarak
Kahvede deyip durdu Gulak:
O goca memeli gızın goynuna giresen
Göyceğiz gaplıcasına girmiş gader olasın!

II

Bakkal Hasan’ın orda
Gulak daha önce gelmiş dükkâna
Bene bi guru fasule, dedi
Buz dolabından ossun!
Ben de kuru fasulye buz dolabında
Ne arıyor? diye sordum.
Biz şaraba guru fasule deriz, dedi.



VIII

Elli metrodan fazla yürüyene
Dizlerim geriliyor,
Antepli hekim garıya çıktım,
Sen iflah olmassın dedi bana
İlâç da gâr etmez bu derde
Sen bu sancıyla ölene kadar sürünecen
Sen siyaset olmuşun dedi kesti
Ben de ağnamadım nerden bildi
Bizim köpeğe “Demokrat” dediğimi.

İşte, yukarıda şiirlerde adı geçen Gulak bu. Bu sabah pastaneye vardığımda Gulak’ı oturuyor buldum, yalnız başına bir masada. Ben de laflayacak birini arıyorum zaten, Kendi kendime,“bulduk laflayacak adamı,” dedim. Masaya iliştim. Elimdeki kitabı görünce o açtı lafı:
-Kitap mı okuyacan?
-Burada değil, evde okurun, dedim.
-Sen de okurmusun, bazen?
-Yok, ben okuma bilmem.
-Yapma yahu! Bir harf de bilmen mi?
-Hiç bilmem!..
-Peki, hiç öğrenmek istemedin mi?
-Hiç… ne yapaan okuyuk da.
-Allah, Allah! İlginç. Gözüne bazen yazılı bi tabela çarpar veya bi yerde ilgini çeken bi resim görürsün, altında yazı vardır, hiç merak etmez misin, ne yazıyor burada acaba diye? Okuyamadığın zaman bi eksiklik duymaz mısın?
-Yoo. Öyle bişey hiç aklıma gelmedi şindiye gada…
-Harika valla. Bi açıdan bakınca fena bişey değil. Kafan ebür cübürle dolmuyor. Gazete filan okumayınca, bizim canımızı sıkan haberlerden haberin olmuyor... Ama, televizyona bakasın akşamları, değil mi? Hani haberle filan…
-Yok, Nihatcıım, filimle olu, una bakarın, başkasına bakmam. Hani şu hoş filimle olusa, şarkılı şennikli… Bide, Telli Volli, var ya, işte una…
-Tele-Vole mi diyeceksin?
-Her neyse işte o. Ben telli Volli derin.
-Eee! Evde hanımın falan varsa senin tele-Vole’ye bakmana izin verirler mi? Biz dizi izleyeceğiz, demezler mi?
-Desinle… Gumanda bende olu hep. Emme torun olusa bizde, işte o zaman seyredemem.
-Senin torun… Dur bakayım. Mert değil mi? Hani şu mavi gözlü çocuk, biraz hiperaktif gibi.
-Ne aktif gibi, ne?..
-Boşver yahu, hani biraz süper demek istedim.
Süper deyince yüzü güldü, sevindi Gulak. Gülerek:
-Öyle valla… Süper benim torun.
-Biliyorum, Süper! Hani geçen yıl Marmarise Orman işletmesine, Datca’da yangın var diye telefon edip, iki helikopterin taa Marmaris’ten glipte, Datça üzerinde yarım saat tur atmasına sebep olan çocuklardan biri Mert değilmiydi?
-Bak bilikdurusun. O haydutların başıdır, Mert.
-Bilmezmiyim. Dadyader olarak eski Datça’daki çocuklarla haşır neşiriz.. Bazen tiyatro bile yapıyor Eski Datça’nın o süper! çocukları,
-Hayatı tiyaturu bizimkinin, valla... (gülerek) Geçen yıl dayısından harçlık istemiş. Dayısı harçlık vememiş. Gitmiş evinin camlarını indirmiş… Bakdım, dayısı gelikgeli, yakınık duruyo. Yakalarsam eşek sudan gelene gadan dövecen deyikduru. Bi dokan da Göreen seni, neden vemedin bi kaç guruş çocuğa, dedim. Vemem, bööle çocuğa, dedi. Ben de dedim, vemezsen bööle olu işte, camcıya verisin harçlığı gayri…
Bunları anlatrken çok mutlu görünüyordu. Gulak’a göre torunu, yaptığı haydutluklarla vardı. Mert’in yaptığı bu gibi şeyleri anlatırken mutluluğunu görebiliyordum. Hemen başka bir eşkiyalığını anlatmaya başladı Mert’in:
-Gene geçen yıldı. Öbür dedesine gitmiş, para istemiş. Dedesi yok para demiş. Mert de gitmiş, dedesinin tarlada bağlı olan eşeğini bulmuş ve eşeğin urganını, paldumunu, yularını hep kesmiş. Ertesi günü dedesi öğrenmiş bunu Mert’in yaptığını. Baktım o da gelik geli, bene şikayet edikduru. Dedim, veseydin çocuğa bikaç kuruş. Vememişin, tabii kese ipini yularını… Dua et, eşeği kesmemiş… İşte Nihatçıım bööle benim torun. Sen ne demiştin başda?
-Süper demiştim ya.
-Yok, yok! İlk gonuşmanın başında. Eper mi, tiper mi ne dedin?
-Ha, Hiper aktif demiştim
-Hah işte u dediinden bu çocuk. Maşallahı va…
-İyi ama burnu devamlı akıyor. Bi de o şeyi olmasa. Hatta geçen yıl tiyatro yapan çocuklarla, Nasyonel Coğrafik Dergisi bi görüşme yapmıştı. Çocuklardan biri, “biz mevsimleri Mert’in burnundan biliyoruz.” demişti. Mert’in burnunda sümük görününce Ekim, yarıya kadar uzarsa Kasım, ağzına kadar gelirse Şubat ayıdır . Sonra gene ağzından yukarı biraz çekilirse Mart, hiç görünmezse Mayıs ayıdır deyip bizi güldürmüştü…
-Unu deyen çocuk kendine baksın, arkadaş! O kadar gusur gadı gızında da va…

Bi şiir de ben yazsam mı, Gulak için acaba?..


-

Salı, Nisan 03, 2007

ANI

“YİMEDİK!”

Datca yerel Tarih Grubunu yeni kurmuştuk. Yeni bir girişimin eşiğindeydik, hepimiz heyecanlıydık. Toplantılarımızı Datça’nın köylerinde yapmaya başlamıştık. Palamutbükü’ndeki Nostalji Kahve’de yapacağımız toplantıda grup içinden, arkeolojik bilgisi iyi olan bir arkadaş konuşacak, biz ve köylüler dinleyecektik. Kahve ağzına kadar doldu, konuşmacı karşıdaki masaya oturdu ve başladı Knidos’un ve Datça’nın tarihini anlatmaya. Konuşmacı Datça’ya gelip yerleşeli epey olmuştu ama, henüz Datçalı olmamıştı. Anlattıkça coşmuştu, çünkü, önünde, onu hiç ses çıkarmadan dinleyenler vardı. Ne güzel, kuzu kuzu, sessiz sedasız dinlemekteydik. Ağzı kurumasın diye konuşmacının masasına bir bardak suyla bir duble de rakı gelmişti.

Gerek rakının sıcak bir gündeki etkisi, gerekse konuşmasının cankulağıyla dinleniyor olması sanırımkonuşmacının iyice coşmasına sebep oldu. Sözü, Knidos’un çok eski tarihinden yakın tarihlere getirerek; 1950’li yıllara kadar Datcalıların balık nedir bilmediğini ve o zamana kadar balık yemediklerini kelimelerin üstüne basa basa söyledi. Bu cümleyi bitirdiğinde dinleyiciler arasında homudanmalar oldu. Dinleyiciler arasından birkaç el kalktı havaya, konuşmacının son tümcesine itirazlar vardı. Kalkan ellerden biri de benim elimdi. Hem de havadaki elimin beş parmağı da açılmıştı. Çünkü; 1940’lı yıllarda, İkinci Dünya Savaşı sürerken ben on iki, on üç yaşlarındaydım ve yaz aylarında Kargı Koyu’nda yaşayan bir akrabada kalıyordum. Kaldığım ev denize iki metre uzaklıktaydı ve zaman zaman evin önüne oturur balık avlardık. Tuttuğum balıklardan kendi istediklerimi seçer, -hergün aynı cins balığı yemek istemezdik- geri kalanları komşulara verirdik.
O günlerde yiyecek kıt olduğundan en kolay bulunan gıda balıktı bizim için. Zaman zaman “yine mi balık yiyeceğiz” diye sofrada sızlandığımı hiç unutmadım…

Yaşadığım o yılları konuşmacının önünde dinleyenlere anlattım.
Benden sonra sözü o köyün muhtarı, Ali Dayı aldı: Karşımızda denize doğru uzanmış kayaları göstererek, 1930’lu yıllarda, orada basit bir oltayla bir sepet balığı nasıl on dakika içinde tuttuğunu anlattı. Daha sonra köyden bir arkadaş, balıkçıların satamadıkları balıkları nasıl tahıl ve sebzeyle değiştiklerini; daha sonra başka birisi, akşam üzerleri limana yatmaya gelen süngercilerin sepetler dolusu balıkları köylülere verip karşılığında onlardan sebze ve meyve aldıklarını anlattı. İtiraz edenlerin sözleri bittiğinde, konuşmacı masayı terketmişti.

Burada demek istediğim şu ki; biz konuşmacıyı dinlemiştik, ama, YEMEMİŞTİK!... (Yanlış anlamayın. Eski yıllarda balık yemiştik; konuşmacının konuşmasını yememiştik.)
Bu olaydan bir yıl sonraydı. Bir cenaze için mezarlıktaydım. Mezarlar arasında dolaşırken gözüme ilginç bir mezar taşı ilişti. Taştaki yazı şöyleydi:
Adı Mehmet, soyadı, “BALIKÇI”.
Doğum tarihi: 1899.
Bu Datcalıyı iyi tanırdım. Kendisi balıkçıydı, soyadı Balıkçı’ydı, takma adı da Balıkçı’ydı. Bizim konuşmacıya verilecek en güzel cevabı mezarlıkta bir mezar taşında bulmuştum. Gittim kalabalık arasından bizim konuşmacıyı iyi tanıyan birini buldum. Getirip mezar taşını göstererek olanları kısaca anlattım ve “git ona söyle,” dedim. “Sadece George E. Bean’in kitabını okuyarak konuşmasın. Biraz da mezar taşlarını okusun.”

George E. Bean 1949 yılında Datça’da arkeolojik araştırmalar yapmıştı. Yanında gene Arkeolog olan, Milaslı zengin bir adamın kızı da vardı. O yıllarda Datça’da elektrik olmadığından, buzdolabı da yoktu. Sıcak yaz aylarında balığı saklamak zordu. Balık denizden çıkınca hemen pişirilip yeniyordu.George E. Bean, bir gün balık yemek istemiş. Kalkmış kasabanın tek lokantasına gelmiş. ”Balık yok” dediklerinde, sanırım canı sıkılmış. Daha sonra bunu notlarının arasına sıkıştırmış: "Datca’da yaşayanlar henüz balığı bilmiyor.” diye…

Demek istediğim; her okuduğumuza ve her duyduğumuza hemen inanmayalım. Sözün kısası: YEMEYELİM… Araştıralım, soruşturalım.

Yarımadaya İstila gibi süren göçün içinden böyleleri de çıkacaktır.
Lokantasında Datça yemekleri yapıp “Datça’ya yemek kültürünü ben getirdim" diyenler gibi… Kendilerini kolony valisi sanıp, yerliyi aborigin görmek isteyenler gibi…
Tekrar ediyorum; bunları dinleyeceğiz ama, YEMEYECEĞİZ!..