Fesleğen kokuluma
Fesleğen kokulum, seni rüyamda:
Kah testi elinde pınar yolunda
Bizim mahalleden geçer görürüm.
Kah yeşiller demet demet elinde
Bahçemizden derip kaçar görürürm.
Kah düğün gününde, şenlik yerinde
Ortada kıvrakça döner görürüm.
Kah bir kuşluk vakti serçeler gibi
Aşkımın dalında konar görürüm.
Kah Gartotlak'taki çadırınızda
Koyun, keçi, inek sağar görürürm.
Kah Gökbayır'daki taşın dibinde
Başımı dizinde okşar görürüm.
1945 Fakir Baykurt
Cumartesi, Aralık 23, 2006
Salı, Aralık 19, 2006
GÖLGELİ ZAMANLAR
“1940'lı yıllardı. Köyden on onbeş kişi kadın erkek karışık Bedri Bey’in Çivril’deki tarlasına tütün çapasına gitmiştik. Şafaktan beri hepimiz başımızı kaldırmadan arı gibi çalışırken tepemize dikilen yakıcı güneşle birlikte bir de ağa, Bedri Bey dikilmiş ti ki, soluk alamıyorduk çalışmaktan. Sıcakta ter her tarafımızdan akıyor, ağa başımızda diye dinlenme molası veremiyorduk. Bizim köyden getirilen işçilerin dışında Ele’den, Eski Datça’dan gelenler de vardı."
Hızırşah Köyü’nden 78 yaşındaki Ahmet Balcı böyle anlatıyor…
Tütün tarlası bir iki gün evvel sulanmış, arıklar kaymak bağlamıştı. Biz işçiler bu kaymağı çapayla kırıyor, arıkları dolduruyorduk. O yıllarda herkesin saati olmadığından öğleye doğru güneş tepeye dikildiğinde tarlada çalışan herkesin gözü Çatma İni’nde olurdu. O gün biz de sık sık Gocadağ’a bakıyor öğle paydosunun geldiğini, Çatma İni’nin gölgeyle dolup armut şekline girmiş olmasından anlıyacaktık. Elleri arkasında, işçilerin arasında bir o tarafa bir bu tarafa gidip gelen Bedri Bey, beni çocuk gibi gördüğünden midir nedir –o zaman on iki yaşındaydım.- yanıma gelip tam başıma dikildi,
-'Olmuyor, olmuyor!' dedi sertçe, 'Tütünün dibindeki kaymaklaşmış toprağı çapanla tırmıklayıp öyle dolduracaksın arıkları!..'
-'Olmuyor, olmuyor!' dedi sertçe, 'Tütünün dibindeki kaymaklaşmış toprağı çapanla tırmıklayıp öyle dolduracaksın arıkları!..'
Hem yorulmuştum hem de acıkmıştım... Belki arasıra Gocadağ'a bakışıma kızmıştı. Çünkü ben, işe devam ederken, ara sıra Çatma İni’ne göz atıyordum. Çatma İni gölgeyle dolmuş, uzaktan bakıldığında Gocadağ’ın karnına sanki kara bir armut resmi asılmıştı. Biz Datçalılar da zaten “ İn gölgeyle doldu.” demez, 'İn’in gölgesi armut şeklini aldı” derdik. Yemek zamanının geldiğinden yüzde yüz emindik ama, Bedri Bey başımızdayken hiç birimiz ses çıkaramıyorduk. Bu yüzden canım burnumdaydı.Bedri Bey tekrar:
-‘Hadi bakalım devam et!’ deyince, o çocuksu cesaretimi toplayarak doğruldum, çapanın sapıyla ona, Gocadağ’ın karnında kocaman bir saat gibi duran Çatma İni’ni gösterdim. O, yelek cebinden saatini çıkardı, baktı ve saati yerine koyarken sordu:
-'Delikanlı, senin saatin mi var?'
-‘Hadi bakalım devam et!’ deyince, o çocuksu cesaretimi toplayarak doğruldum, çapanın sapıyla ona, Gocadağ’ın karnında kocaman bir saat gibi duran Çatma İni’ni gösterdim. O, yelek cebinden saatini çıkardı, baktı ve saati yerine koyarken sordu:
-'Delikanlı, senin saatin mi var?'
-'Var!’ dedim. Gocadağı işaret parmağımla gösterek, ‘hepimizin saati, bak orada...’
Tarlanın kenarında bağlı duran atına doğru yürürken, saatine yeniden bakarak:
-‘Saat 1’e geliyor, yemek paydosu,’ dedi.
Tarlanın kenarında bağlı duran atına doğru yürürken, saatine yeniden bakarak:
-‘Saat 1’e geliyor, yemek paydosu,’ dedi.
O gün inandım Çatma İni sayesinde işçi haklarımızı(!) da koruduğumuza. Ama, sadece öğle zamanları…
Bana bunları yukarıda resmi görülen arkadaşım, Hızırşah Köyü’nden Ahmet Balcı anlattı. Anlattıklarını üzerinde çalıştığım “Gölgeli Zamanlar” adlı öykümde kullanacağım.
Bana bunları yukarıda resmi görülen arkadaşım, Hızırşah Köyü’nden Ahmet Balcı anlattı. Anlattıklarını üzerinde çalıştığım “Gölgeli Zamanlar” adlı öykümde kullanacağım.
Perşembe, Aralık 14, 2006
FAKİR BAYKURT
DEMOKRASİ
Arpamızı buğdayımızı
almayacaklar elimizden
Oyumuzu alacaklar.
Fakir Baykurt 1952
--------------------------------------------------
UÇAK
Binde bir
Bi uçak geçer
Biz ağlarken, bizim köyün üstünden
O kadar alçaktan geçer ki
Damlarımıza bir karış yerden.
İnip duruverecek gibi olur
"Nicedir haliniz" diye
soruverecek gibi olur...
Binde bir
Bi uçak geçer
Biz yaşarken bizim köyün üstünden.
İnip duruverecek sanırız.
"Kaçar kile buğdayınız var" diye
Soruverecek sanırız.
FAKİR BAYKURT 1951
Arpamızı buğdayımızı
almayacaklar elimizden
Oyumuzu alacaklar.
Fakir Baykurt 1952
--------------------------------------------------
UÇAK
Binde bir
Bi uçak geçer
Biz ağlarken, bizim köyün üstünden
O kadar alçaktan geçer ki
Damlarımıza bir karış yerden.
İnip duruverecek gibi olur
"Nicedir haliniz" diye
soruverecek gibi olur...
Binde bir
Bi uçak geçer
Biz yaşarken bizim köyün üstünden.
İnip duruverecek sanırız.
"Kaçar kile buğdayınız var" diye
Soruverecek sanırız.
FAKİR BAYKURT 1951
Çarşamba, Aralık 13, 2006
Yılın ilk kuzusunu gördüm dün, Palamutbükü’nden gelirken. Bizim Koreli, keçilerin yanına birkaç koyun da eklemiş. Pembe Plaj dün epey kalabalıktı, koyun ve keçi kalabalığı. Arkadaşım Koreli’nin evi hemen koyunlardan yirmi metre yukarıda. Datça’ya gelip de Pembe Plaja gelenler hatırlarlar, o vadideki tek ev. Pembe Plaj, -Eski adıyla Gerence- kış aylarında da sessizliğe gömülmüyor. Koreli'nin koyun ve keçileriyle eski günlerini yaşıyor.
Salı, Aralık 12, 2006
Kendimin kendimle muhabbeti!
Çok sevdiğim bir yazı; belki kendimi içinde bulduğumdan...
"Sunlari bir araya toplayayim. Bir güzel muhabbet edelim" diye düsündüm. Mutfak isinden de anlarim. Donattim sofrayi. Bayagi ugrastim. Hepsinin, ayri ayri ne yemekten, ne icmekten hoslandigini iyi bilirim. Bayagi da para gitti.
Birinin yedigini öbürü yemez. Ötekinin ictigini beriki icmez. Dört kisilik sofra kurdum. Mumlari da yaktim. Bak hepsi, Erick Satie severdi. Hatirladim. Müzigi de ayarladim. Geldiler. 20 yasinda ben, 35 yasimda ben, 40 yasimda ben ve bugünkü ben dördümüz.
Birden Yirmi yasimi, otuz bes yasimin karsisina oturttum. Kirk yasimin karsisina da, ben gectim. Yirmi yasim, otuz bes yasimi tutucu buldu. Kirk yasim ikisinin de salak oldugunu söyledi.
Yatistirayim dedim. "Sen karisma moruk" dediler. Büyük hir cikti. Komsular alttan üstten duvarlara vurdular. Yirmi yasim kirk yasima bardak atti. Evin de icine ettiler. Bende kabahat. Ne cagiriyorsun tanimadigin adamlari evine.
Ali Poyrazoglu
"Sunlari bir araya toplayayim. Bir güzel muhabbet edelim" diye düsündüm. Mutfak isinden de anlarim. Donattim sofrayi. Bayagi ugrastim. Hepsinin, ayri ayri ne yemekten, ne icmekten hoslandigini iyi bilirim. Bayagi da para gitti.
Birinin yedigini öbürü yemez. Ötekinin ictigini beriki icmez. Dört kisilik sofra kurdum. Mumlari da yaktim. Bak hepsi, Erick Satie severdi. Hatirladim. Müzigi de ayarladim. Geldiler. 20 yasinda ben, 35 yasimda ben, 40 yasimda ben ve bugünkü ben dördümüz.
Birden Yirmi yasimi, otuz bes yasimin karsisina oturttum. Kirk yasimin karsisina da, ben gectim. Yirmi yasim, otuz bes yasimi tutucu buldu. Kirk yasim ikisinin de salak oldugunu söyledi.
Yatistirayim dedim. "Sen karisma moruk" dediler. Büyük hir cikti. Komsular alttan üstten duvarlara vurdular. Yirmi yasim kirk yasima bardak atti. Evin de icine ettiler. Bende kabahat. Ne cagiriyorsun tanimadigin adamlari evine.
Ali Poyrazoglu
Perşembe, Aralık 07, 2006
DATÇA'dan İKİ PORTRE (Yeniden)
İKİ ADALI
Datça’dan Sömbeki Adası’na baktığınızda, bu adanın tam güney ucundaki burundur, “Miskin Burnu.” İşte o burun, geçmiş yıllarda biz Datçalılar için “Umut burnu”ydu. İlkönceleri kurak, daha sonraları savaşlı yıllar. Yerel dilde “Alaman Harbi…” Kuraklık, kıtlık ve karneyle ekmek yılları… İnsanların gözü Miskin Burnunda. Miskin Burnu’nun uzaklığı Datça’ya on iki mil kadar. Akdeniz tarafından gelen tekneler Miskin Burnu’nda görülür ilkönce. Orada görünen yelkenliyi, bir iki voltadan sonra bilirdik, kimin teknesi olduğunu: Selim Kaptan mı? Nebil Kaptan mı? Şükrü Kaptan mı? yoksa Adem Kaptan mı? Bu teknelerde motor olmadığından volta vurarak gelirlerdi rüzgar üstüne. Birinci voltada Guruca Bük önlerine, ikinci voltada Bindallı Çiftliği’ne, Üçüncüsünde Emecik altı ve oradan Datça İskelesine girerlerdi. En kolay da Nebil Kaptan’ı tanırdık. En sık sefer yapan oydu ve rüzgarı en iyi kullanan oydu. Çünkü, Nebil Kaptan ekmeksiz kalanlar için ekmek demekti. Tahılsız kalanlar için de tahıl, yani, fasulye, nohut, pirinç vs… Kereste de getirirdi. Orta büyüklükte bir yelkenliydi teknesi. Motoru yok… Yelkenle gidip geliyordu, Antalya’ya, Finike’ye; yani, bereketli topraklara… Taa oralardan Marmaris’e, Datça’ya, Bodrum’a yiyecek taşırdı…
Nebil Kaptan’ın kayığı yelkenli dedik. Böyle olunca kayığın Antalya’dan Datça’ya gelmesi için rüzgar gerek. Bazen Akdenizde rüzgar günlerce durur. Nebil Kaptan da Akdeniz’in ortasında durur. Bazen rüzgar fırtına olur; Nebil Kaptan bir Limanda bekler. Yarımada’nın insanı da ekmek bekler. Demek ki o yıllarda Datça’nın ekmeği hep rüzgara bağlıydı… Nebil Kaptanın yelkenlerinin de, yeldeğirmenlerinin yelkenlerinin de rüzgarla dolması gerekiyordu, ekmek bulmak için.
Aynı yıllarda Eski Datça’da fırıncılık yapan bir Rodoslu vardı. Adı şevket… Tertemiz giysilerinin üstüne leke kondurmayan, tıknaz, beyaz tenli, kolundaki balık dövmesiyle tipik bir Adalı. Yıllar evvel, askerliğe gitmeden, küçük bir yelkenliyle Rodos-Datça arasında taşımacılık yaparmış. Fırtınalı bir günde teknesini batırmış, bir daha denize dönmemiş. Bahriye askeri olup İstanbul’da Saray Muhafız takımına düşmüş. Orada Saray bandosuna almışlar, eğitip borazancı yapmışlar. Sarayda dokuz yıl borazancı başı olarak askerlik yapmış. Keyfi yerinde olduğu zamanlar arkadaşlarına Saray’ı ve askerlik anılarını anlatırken ellerini ağzına tutatarak borazan çalardı ki, nasıl çalardı. Çarşı dik kulak kesilirdi onu dinlemek için. Yüksek sesle konuştuğundan biz çocuklar da uzaktan duyardık anlattıklarını.
Tekrar tekrar anlattıklarının içinde iki olay hep aklımdadır: Her Cuma günü camiye törenle giden Padişah’ın, Saray Bandosu’yla nasıl uğurlandığı ve geçtiği yerlerde toplanan halkın “Padişahım çok yaşa!” diye bağırarak nasıl tezahürat yaptıkları ve daha ilginç olanı –ki o zamanlar çocuk aklımızla, bize çok ilginç gelmezdi, - 1913 Yılı, 11 Haziran günü, Harbiye Nazırı Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın, Beyazıt’dan gelirken Çarşıkapı’da arabasının içinde öldürülüşüne çok yakından şahit oluşuydu.. Bu olay, Şevket Kaptan’ı o kadar derinden etkilemişti ki, Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülüşünü her seferinde noktası noktasına hiç değiştirmeden anlatırdı.
Şevket, askerliğinden sonra Eski Datça’dan evlenince oraya yerleşti. Evinin önündeki fırında ekmek yapıp çarşıdaki dükkanında satardı. Daha sonraları Çarşı içinde bir fırın yaptı ve fırıncılığa burada devam etti.. Ekmek dedikse köy ekmeği değildi yapılıp satılan. Has undan yapılma “has ekmek…” Datça ağzıyla “has halka.” O zamanlar insanların özlem duydukları, kuru kuru yedikleri, misler gibi kokan ekmek. Gurubu 60 para. Gurub ekmek dediğimiz bir bütün ekmeğin sekizde biri. Çeyrek ekmek üç kuruş. Ve böylece senelere göre değişen fiyatlar ama; koku aynı; Miss gibi… Yerli ekmek daha esmer. O evlerdeki fırınlarda yapılan sıradan arpa ekmeği, bazen buğday ve arpa karışık, bazen darı ekmeği. Bir de evlerde günlük yapılan “tepitme.” Hergün yerli ekmeği yiyince insanlar özlerdi has ekmeği. Bayramları iple çekerdik; harçlıklarımızla has ekmek alıp yiyeceğiz diye.“Has ekmek” deyince aklımıza Şevket Amca gelir; Şevket Amca’nın aklına da Nebil Kaptan gelirdi belki…Nebil Kaptan Giritli, Şevket kaptan Rodoslu. Türkçelerindeki şive Datça şivesinden ayrı; "kırık türkçe" mi diyelim, yoksa “ada türkçesi” mi? Giyimleri kuşamları da ayrı, yaşam tarzları da… Ticaret anlayışları daha başka.O yıllarda Datça yarımadasına para yılın belli zamanlarında girerdi. Mesela, en önemli para palamut mahsülü satıldığı zaman. Palamut deyince, aklınıza palamut balığı gelmesin. Meşe palamudunun mahsülüdür, Datça’daki palamut. O zamanlar deri ve boya sanaayiinde kullanılırdı ve iyi para getirirdi. Düğünler, dernekler, ödemeler hep palamut satıldığında yapılırdı. Doğal olarak Şevket Amca’ya halk borcunu o zaman öder,. Şevket de Nebil Kaptan’a borcunu o zaman ödeyebilirdi..Nebil Kaptan’ın teknesinde motor olmadığından mazota gereksinimi yoktu. Onun Akdeniz’de esecek rüzgara gereksinimi vardı. Esmediği zamanlarda kaptanın yolu gözlenir, ‘Marmaras’a, (Eskiden Marmaris denmez, “Marmaras” denirdi.) Fethiye’ye gelmiş mi diye o zamanın yöntemleriyle soruşturulurdu kaptan... Eğer Marmaras’a kadar gelmişse, işte o zaman Miskin Burnu’nu gözlemeye başlardık biz Datçalılar. Miskin burnunda nokta kadar görünen her yelkenlinin bir müddet yolu gözlenirdi. Bir iki voltadan sonra anlaşılırdı teknenin kimin teknesi olduğu. Nebil Kaptan olduğu anlaşılınca hemen Eski Datça’daki Şevket ‘e “Nebil Kaptan geliyor” haberi ulaştırılırdı.Un, fasulye, pirinç, çuvallarını İskele’den Datça’ya taşımak için eşekler, atlar limana Şevket Amca tarafından gönderilirken, bir de at gönderilirdi, Nebil Kaptan’ın emrine. Bir kişi de eşeğiyle Kargı’ya Hamit Ağa’dan bir oğlak getirmesi için gönderilirdi. Şevket’le Hamit Ağa’nın sıkı bir dostluğu olduğundan oğlağın bedeli her zaman bir ufak şişe rakıydı. Şevket raftan iki şişe rakıyı alır adamın heybesinin gözlerine kor gönderirdi. Bu iki şişe rakının anlamı, “iki oğlak istiyorum.” demekti. Oğlağın biri Nebil Kaptan için kesilir, diğeride ilerideki günler için tutulurdu. Kaptan için oğlak kesilmesi adeta bir gelenek halini almıştı.Kayığının içinde bir tayfa gibi gördüğünüz Nebil Kaptan’ı, karaya çıktığında tanıyamazdınız. Üstündeki takım elbise; mevsim yaz ise krem veya beyaz, tek leke yok... Başta melon şapka ve elinde dekor olarak taşıdığı bir baston., pırıl pırıl parlayan pabubuçlar… Tekneden çıkar, atına biner doğruca Şevket’in fırınına gelirdi. Şevket onu dışarıda karşılar. İlk soru: -“Nerelerdesin bre Nebil Kaptan, merak ettik seni.”Nebil Kaptan'ın cevabı::-“Boceleme bre Şevket Kaptan, boceleme.” Bu bir denizci deyimi;“rüzgar yoktu bocaladım” anlamındaydı… Şevket de eskiden kaptanlık yaptığından bu terimleri kolay anlardı. Nebil Kaptan’ın paraya ihtiyacı varsa, bunu sözle söylemezdi. Aralarında paradan konuşmayı ayıp sayarlardı. Ama, “paraya gereksinim var” demenin de, “şimdilik param yok, bekle” demenin de bir yöntemini bulmuştu bu iki adalı .Nebil kaptan dükkana girince melon şapkasını çıkarıp duvardaki askıya asmaz, tezgahın üstüne ağzı yukarı gelecek şekilde bırakırsa, bu “biraz ödeme yapabilir misin?” anlamına gelirdi. O an parası varsa Şevket Kaptan, sohbet arasında parayı şapkanın içine bırakırdı Yemek sonunda dükkandan çıkarken Nebil Kaptan, şapkasını ve parayı alır, hesabını teknede yapardı. Dükkanda ne para sayılır ne de konuşulurdu. Eğer Şevket ödeme yapamayacaksa ağzı yukarı bakan şapkayı alır, sert bi tavırla ters kapatırdı. Bu da, “Şu an param yok." anlamına geldiğinden, Nebil Kaptan hiç sesini çıkarmaz, yiyip içmeye devam ederlerdi.. İki adalının arasında 15-16 sene süren bu ticaret süresince her ikisi de alacak verecek lafını etmediler.İkinci Dünya Savaşı yıllarında Datca, Marmaris ve Bodrum sahillerine civar adalardan yüzlerce mülteci gelirdi. Bu mülteciler hepsi Bodrum’da kampa alınır, daha sonra teknelerle Kıbrıs’a gönderilirlerdi. Bu taşıma işine Nebil kaptan’da girdi. Böyle bir seferde Nebil Kaptan, Antalya kıyılarında kayığını kayalara bindirerek, dokuz mültecinin ölümüne sebep olmuştu. Bu yaptığı kaza yüzünden gururu kırılmış duruşmalarda kendini savunmak bile istememiş.. Hatta derler ki; Nebil Kaptan'ın suçsuz olduğuna inanan hakim, ama içinde bulunduğu şartlarda suçlu görüldüğü için yardım edemeyince bir duruşmada uyarmak istemiş: "Bişeyler yap bre Nebil Kaptan, bişeyler." deyip kaptanı harekete geçirmek istemiş, derler. Bu, bugünlere kadar halkın ağzında dolaşan bir söylentidir. O kaza yüzünden iki yıl ceza evinde kalmış, çıktıktan sonra da bu kazayı gurur meselesi yaparak kaptanlığa veda etmişti.Şevket Bora ise Eski Datca’daki fırınını çalıştırmaya devam etmiş, daha sonraki yıllarda İskele Mahallesi’ne taşınarak bir lokanta açmıştı. İskele Mahallesi’nin tek lokantasıydı; Kuru Fasulyesi ve taze balığıyla meşhurdu… Şevket Bora Datça’da; Nebil Kaptan ise geniş bir bölgede, Antalya’dan Bodrum’a kadar, kalıcı bir iz bırakarak geçip gittiler… İki Adalının adı da hala yöre insanlarının dillerinde dolaşır durur.İşte bugün de benim dilimdeydi…
Nihat Akkaraca
Pazar, Aralık 03, 2006
Bir Anı
TUZSUZ PELİZE*
Nihat Akkaraca
“Bu deyim de nereden çıktı şimdi durup dururken,” diyenler çıkacaktır. Böyle diyenler veya düşünenler yerden göğe kadar haklı sayılırlar. Gerçeken durup dururken nereden geldi bu aklıma şimdi. Çok önemli bir deyim de değil. Bana bunu Eski Datça yaşlılarından Hamdi amca anlatmıştı. Ara sıra aklıma gelir, geldiği gibi de gider.
Yaşasın şu blogspot edinme fırsatını bize verenler. Ben de aklıma gelmişken buraya yazar bırakırım “Tuzsuz Pelize”yi:
Kahvede kendisiyle laflarken, Hamdi Amca’ya birisi şakanın dozunu kaçırarak takılmıştı da, o da adamın arkasından söylemişti bunu: “Tuzsuz Pelize...”
O da ne demek, dercesine yüzüne bakınca:
-“Duymadın mı hiç? Eskiden tutarsız, patavatsız insanlara derdik,” dedi. Ve Anlattı:
-“Biz delikanlıyken akşamları olsun, yağmurlu havalarda olsun gayvelere gitmezdik. gayvelere bubalarımız ve dedelerimiz giderdi. Gadınlar da yağ gandilli fenerlerini yakarlar, evlere birbirlerine misafirliğe giderlerdi. Ee! Biz Eski Datça’nın delikanlıları da sokakta kalacak değildik ya. Biz de köy odasında toplanır, yakardık ocağı, otururduk karşısına, kızları konuşurduk, sevdaları konuşurduk, işleri konuşurduk. Laf bitince de aklımıza yiyecek gelirdi. Hadi bakalım bişeyler yiyelim derdik. Evlere gider kavrulacak veya pişirilecek bişeyler getirir eğlenirdik Bazen payam, bazen nohut kavurur, bazen, çok soğuk havalarda susam helvası yapardık. Bazen de kuru incire talim ederdik. Gençlik işte...
Bir kış günüydü. Üç gündür durmadan püsen püsen yağıyordu yağmur. Kimse tarlaya, çifte çubuğa gidememişti. kaç gündür odada otur otur canımız sıkıldı. Birisinin aklına nereden geldiyse pelize gelmiş. ‘Hadi pelize yapalımın,’ dedi.
-‘Allah, Allah! Nereden çıktı şindi pelize? İçinizde hiç pelize yapan var mı?’ diye birisi sorunca diğeri atıldı:
-“Ben, anam yaparken gördüydüm. Siz malzemeyi getirin ben yapıveren,” dedi.
İki kişi gittiler, pelize yapılacak malzemeleri evlerinden getirdiler. Bize pelize yapacak arkadaş sıvadı kolları, koyuldu işe. İşinin ortasında hepimizin yüzüne aval aval bakışından anladık bişeylerin yanlış gittiğini. ‘Ne oldu Osman, neye öyle afalladın?’ diye sorunca:
-‘Yahu arkadaşlar, benim unuttuğum bişey var, pelizeye tuz atılır mıydı, atılmaz mıydı bilemiyorum, ne yapacağız şimdi?’ diye sızlandı. İçimizden en genç olanına:
-‘Hadi bakalım, delikanlı! Eve kadar git, anandan öğren gel, pelizeye duz atılıyor mu atılmıyor mu?’ dedik. Delikanlı yağmuru bahane ederek pek gitmek istemedi ama, biz çıkışınca gönülsüz kalktı gitti. Fakat iki dakika geçti geçmedi, geri geldi ve daha kapıdan girerken bağırdı:
-‘Pelizeye duz atılmazmış...’
Yerine oturmaya çalışırken sordu arkadaşlar:
-’Ülen! sen beş dakikada nasıl gittin geldin eve, gitmedin de kafandan mı atıyorsun yoksa?’ dediklerin de:
-‘Valla ağalar, eve gitmeye mahal galmadı. Şuradan tam sokağa çıkıverince bizim mahalleden Fatmana’yı gördüm. Yağmurun altında kıvrakça yürüyordu. Islanmış entarisinin içinde yürüdükçe bıngıl bıngıl ediyordu bedeni. Dayanamadım laf attım. Aklımda hep pelize vardıya:
-“Gız ne güzel bıngıldıyor öyle her tarafın, ‘duzsuz pelize’ gibi, deyividim. Benim yüzüme bakmadan:
-‘patavatsız! Pelizenin duzlusu da mı oluyo?’ diyerek yürüdü gitti. İşte gız öyle deyince anladım pelizeye duz katılmayacağını. Anama gitmeye gerek kalmadı” dedi delikanlı... "
Bunları anlattıktan sonra biraz duraklayan Hamdi Amca, Ona takılan adamı göstererek:
İşte Nihatçıım, o gündenberi bunun gibi patavatsızalara biz, "Duzsuz Pelize" deriz diyerek içini dökmüş oldu.
Yazdıktan sonra dikkatimi çeken bişey oldu burada: Öyküdeki bütün kahramanlar gerçekten "Patavatsız." Hamdi Amca hariç...
*Nişastadan yapılan bir çeşit hafif bir tatlı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)