Pazar, Kasım 26, 2006
Datça'da ağaçlandırma başladı
Datça'da bu yaz yanmış olan yerlerin ağaçlandırılmasına şenliklerle başladık. Şarkılar ve ege zeybek oyunlarıyla başlayan ağaç dikme töreni akşam saatlerine kadar sürdü. Geçtiğimiz yaz bir yangınla kül haline gelen Gavurderesi en kısa zamanda yeniden yeşillenecek
Çarşamba, Kasım 22, 2006
JEFF
Ömrünün son on yılını DATÇA'da Datçalı gibi yaşadı. Irak'taki savaşdan dolayı Amerika ve İngiltere'yi protesto için yürüdüğümüzde en ön saflarda olurdu.
Datca Yerel Tarih Grubunu ilk kurmayı tasarlayanların arasında o da vardı. Grup çalışmalarında hiç bir toplantıyı kaçırmadı. Grubun açtığı sergilerde canla başla çalışırdı. Türkiye ve Atatürk hayranıydı. İngilizce olarak yazdığı iki ciltlik romanında Atatürk'ü, İstiklal Savaşı'nı ve Türk insanını akıcı bir dille anlattı. Kitabının yayınlanmasını beklemeden bırakıp gitti. Yazıları bir yayınevinde mirasçılarının onayını almak için beklemekte. Ölümünden evvel bıraktığı vasiyeti gereği, Datça mezarlığındaki mezarının taşında şu anlamdaki yazılar latince yazıldı: "GELDİM, GÖRDÜM, YERLİ OLARAK GİTTİM."
Nazım Hikmet ve Cahit Sıtkı Tarancı hayranıydı ve onların bazı şiirlerini türkçe ezbere okurdu.
Cahit Sıtkı'nın "Memleket İsterim" şiirinin İngilizceye çevrilmişine, bu blogun "Nihat Akkaraca-English" linkini tıklayarak erişebilirsiniz.
Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun
Kuşların, çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun
Kış günü herkesin evi barkı olsun
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun
Olursa bir şikayet ölümden olsun
Cahir Sıtkı Tarancı
Datca Yerel Tarih Grubunu ilk kurmayı tasarlayanların arasında o da vardı. Grup çalışmalarında hiç bir toplantıyı kaçırmadı. Grubun açtığı sergilerde canla başla çalışırdı. Türkiye ve Atatürk hayranıydı. İngilizce olarak yazdığı iki ciltlik romanında Atatürk'ü, İstiklal Savaşı'nı ve Türk insanını akıcı bir dille anlattı. Kitabının yayınlanmasını beklemeden bırakıp gitti. Yazıları bir yayınevinde mirasçılarının onayını almak için beklemekte. Ölümünden evvel bıraktığı vasiyeti gereği, Datça mezarlığındaki mezarının taşında şu anlamdaki yazılar latince yazıldı: "GELDİM, GÖRDÜM, YERLİ OLARAK GİTTİM."
Nazım Hikmet ve Cahit Sıtkı Tarancı hayranıydı ve onların bazı şiirlerini türkçe ezbere okurdu.
Cahit Sıtkı'nın "Memleket İsterim" şiirinin İngilizceye çevrilmişine, bu blogun "Nihat Akkaraca-English" linkini tıklayarak erişebilirsiniz.
Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun
Kuşların, çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun
Kış günü herkesin evi barkı olsun
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun
Olursa bir şikayet ölümden olsun
Cahir Sıtkı Tarancı
Cuma, Kasım 17, 2006
BİR ANI
CAHİT ÇETE
1943 yılında, Aksu Köy Enstitüsü’ne ulaşmak üzere Datça’nın köylerinden yola çıkıp, Antalya’ya kadar zorlu bir yolculuğun üstesinden gelen altı çocuğun öyküsünü geçen yıl yazmıştım. Bu öykünün kahramanlarından biri, Cahit Çete. Enstitüyü bitirip öğretmen olmuş, öğretmenliği sırasında yazdığı bir çok ders kitabı ilkokullarda okutulmuş, yazdığı bir çok çocuk öykülerini kendi yayınevinde yayınlamış, Köy Enstitülü bir abide. Şu anda evinde bulundurduğu 43 yıllık, kesintisiz Cumhuriyet Gazetesi arşivi isteyenlere açık. Şimdi Datça, palamutbükündeki evinde hatıralarıyla emekliliğini yaşıyor.
Okuyacağınız yazı, bana yazılı olarak verdiği anılarından çok küçük bir kesit.
“Kızlankarası(1) da dikecek miyiz?”
Babam:
-Hem de en iyi yerine, yanıtını verdi.
Bunun üzerine ben daha çok hellik (2) toplamaya başladım.
Babamın yeni satın aldığı bir iki dönümlük tarlaya çevrik(3) yaptırıyorduk. Çevrik bitince incir dikecektik.
Kızlankarası denen incir o zaman köyümüzde yalnız Lütfüye halaların komşu tarlasında vardı. Dört taneydi. Onlar da suyumuzu aldığımız Lütfüye halaların kuyusuna giden yol üzerindeydi. Ben kuyudan su çekip çardağımıza giderken, kızlankaralarının ikisinin dibinden geçerdim. Başka hiçbir tarlada bulunmayan kızlankaralarına imrenir, Lütfüye hala görmeden, birkaç tane koparmak isterdim. Lütfüye hala bu niyetimi bildiğinden, ben tam kızlankaralarının altından geçerken, birkaç tane koparmak için, kimse görüyor mu diye bakındığımda, Lütfüye halayı çardağının kapısında beni gözetlerken görürdüm. Yine de bazen birkaç incir aşırmayı başarırdım.
**************
Anam “turpotu hazır” dedi. Karınlarımız acıkmıştı, doyurmalıydık. Anam, biz çalışırken ara vermiş, turpotu toplayıp küçük kazanda kaynatmıştı. Kazandan suyunu döktü, tuz ekti. Tuzumuz yazdan vardı. Ağabeyim deniz kenarındaki kayalıklardan, gide gele epeyce toplamıştı. Zeytinyağımız biteli çok olmuştu. Çoktan beri ekmeğimiz, unumuz da yoktu. Haşlanmış, yağsız turp otunu kazanın içinden elimizle alıp ağzımıza tıkıştırdık.
Yanımızdaki tarlada ekinlerin başakları görünmüyordu. Başaklar bir dolgunlaşsalar, sararmasalar da olur. Anam onları saçı ters çevirerek, ateşte kurutmasını iyi biliyordu. Kurutulan taneleri el değirmeninde öğütmeyi ortaklaşa yapıyorduk.
Haşlanmış, yağsız turp otunu ekmeksiz yerken önümüzde yükselen dağın tepesinde uçaklar göründü. Bunlar bombardıman uçaklarıydı. Gölgeleri tepeden aşağıya doğru hızla geliyordu Ahh! Gölgeler bizim üstümüzden geçmeseler bari. Gölgelerinde üşüme tutuyordu. Bulut gölgelerinde de böyle oluyordu.
Biraz sonra uçaklar Sümbeki(4) adasının üzerine varacaklar, biz bombaların sadece seslerini duyacağız… Ve yağsız, ekmeksiz de olsa, bomba yerine turpotu yediğimize şükredeceğiz…..
(1)Kızlankarası; Bir cins incir. Taze olarak yendiğinde incirlerin en lezzetlisi
(2)Hellik; Moloz taş
(3)Çevrik; Tarlanın çevresine yapılan taş duvar
(4)Sümbeki ; Datça'nın tam karşısında bir Yunan Adası
1943 yılında, Aksu Köy Enstitüsü’ne ulaşmak üzere Datça’nın köylerinden yola çıkıp, Antalya’ya kadar zorlu bir yolculuğun üstesinden gelen altı çocuğun öyküsünü geçen yıl yazmıştım. Bu öykünün kahramanlarından biri, Cahit Çete. Enstitüyü bitirip öğretmen olmuş, öğretmenliği sırasında yazdığı bir çok ders kitabı ilkokullarda okutulmuş, yazdığı bir çok çocuk öykülerini kendi yayınevinde yayınlamış, Köy Enstitülü bir abide. Şu anda evinde bulundurduğu 43 yıllık, kesintisiz Cumhuriyet Gazetesi arşivi isteyenlere açık. Şimdi Datça, palamutbükündeki evinde hatıralarıyla emekliliğini yaşıyor.
Okuyacağınız yazı, bana yazılı olarak verdiği anılarından çok küçük bir kesit.
“Kızlankarası(1) da dikecek miyiz?”
Babam:
-Hem de en iyi yerine, yanıtını verdi.
Bunun üzerine ben daha çok hellik (2) toplamaya başladım.
Babamın yeni satın aldığı bir iki dönümlük tarlaya çevrik(3) yaptırıyorduk. Çevrik bitince incir dikecektik.
Kızlankarası denen incir o zaman köyümüzde yalnız Lütfüye halaların komşu tarlasında vardı. Dört taneydi. Onlar da suyumuzu aldığımız Lütfüye halaların kuyusuna giden yol üzerindeydi. Ben kuyudan su çekip çardağımıza giderken, kızlankaralarının ikisinin dibinden geçerdim. Başka hiçbir tarlada bulunmayan kızlankaralarına imrenir, Lütfüye hala görmeden, birkaç tane koparmak isterdim. Lütfüye hala bu niyetimi bildiğinden, ben tam kızlankaralarının altından geçerken, birkaç tane koparmak için, kimse görüyor mu diye bakındığımda, Lütfüye halayı çardağının kapısında beni gözetlerken görürdüm. Yine de bazen birkaç incir aşırmayı başarırdım.
**************
Anam “turpotu hazır” dedi. Karınlarımız acıkmıştı, doyurmalıydık. Anam, biz çalışırken ara vermiş, turpotu toplayıp küçük kazanda kaynatmıştı. Kazandan suyunu döktü, tuz ekti. Tuzumuz yazdan vardı. Ağabeyim deniz kenarındaki kayalıklardan, gide gele epeyce toplamıştı. Zeytinyağımız biteli çok olmuştu. Çoktan beri ekmeğimiz, unumuz da yoktu. Haşlanmış, yağsız turp otunu kazanın içinden elimizle alıp ağzımıza tıkıştırdık.
Yanımızdaki tarlada ekinlerin başakları görünmüyordu. Başaklar bir dolgunlaşsalar, sararmasalar da olur. Anam onları saçı ters çevirerek, ateşte kurutmasını iyi biliyordu. Kurutulan taneleri el değirmeninde öğütmeyi ortaklaşa yapıyorduk.
Haşlanmış, yağsız turp otunu ekmeksiz yerken önümüzde yükselen dağın tepesinde uçaklar göründü. Bunlar bombardıman uçaklarıydı. Gölgeleri tepeden aşağıya doğru hızla geliyordu Ahh! Gölgeler bizim üstümüzden geçmeseler bari. Gölgelerinde üşüme tutuyordu. Bulut gölgelerinde de böyle oluyordu.
Biraz sonra uçaklar Sümbeki(4) adasının üzerine varacaklar, biz bombaların sadece seslerini duyacağız… Ve yağsız, ekmeksiz de olsa, bomba yerine turpotu yediğimize şükredeceğiz…..
(1)Kızlankarası; Bir cins incir. Taze olarak yendiğinde incirlerin en lezzetlisi
(2)Hellik; Moloz taş
(3)Çevrik; Tarlanın çevresine yapılan taş duvar
(4)Sümbeki ; Datça'nın tam karşısında bir Yunan Adası
Pazartesi, Kasım 13, 2006
Haşim Kanar'ı kaybettik
YADIRGADILAR BİZİ
Urbalarımız bozdu
Toprak renginde
Yamasız temiz
Öyle uydu sırtımıza
Nedense yadırgadılar bizi
Potinlerimiz beykozdu
Beykozun içinde ilk kez
Çorap gördü ayaklarımız
Okşar gibi giydik ikisini de
Nedense yadırgadılar bizi
Yüzlerimiz güneş yanığı bronzdu
Ellerimiz katı katı
İş görmekten
Başlarımız dik
Kendine güvenmekten
Nedense yadırgadılar bizi
Bilgi kentin tekelinde yozdu
Kız kaçar gibi geldi bize
Ne çok severmiş doğayı
Ekmek su yerine geçti yanımızda
Boy verdi ağaç ağaç yapı yapı
Nedense yadırgadılar bizi
Köy yolları göklere dek tozdu
Okundukça kitap
Sallandıkça kazma kürek
Kitabın kabında
Kazmanın sapında
Köy köy diye gümbürderdi yürek
Nedense yadırgadılar bizi
Köy çok sayımız azdı
Düşümüze girdi köyler
Yeni baştan kurduk kafamızda
Umut ocakları tüttü yirmibir yerde
Nedense yadırgadılar bizi
Yazımızı yazanlar kara yazdı
Başımıza yıkıldı tasarladığımız köyler
Umutlarımız boğuldu doğmadan
Suç sayıldı çalışmak
Suç köy köylü demek
Hala nöbet tutuyor
Dizleri göğsümüzde
Elleri boğazımızda kara yazı yazanlar
Nedense yadırgadılar bizi
Kuyumuzu kazanlar derin kazdı
Sizin olsun sizden gelen bana
Sizin bu boyun bağı
Özledim boz urbayı
Bırakın elimi kolumu
Özledim doyasıya çalışmayı
Nedense yadırgadılar bizi
Dilimizde türkü elimizde sazdı
Köylerden geldik tek tek
Biriktik öbek öbek
Çalıştık küme küme
Kapanmadan görürse gözlerim
Yeniden açıldığını Enstitülerin
Yanmam öldüğüme
Nedense yadırgadılar bizi
HAŞİM KANAR
Urbalarımız bozdu
Toprak renginde
Yamasız temiz
Öyle uydu sırtımıza
Nedense yadırgadılar bizi
Potinlerimiz beykozdu
Beykozun içinde ilk kez
Çorap gördü ayaklarımız
Okşar gibi giydik ikisini de
Nedense yadırgadılar bizi
Yüzlerimiz güneş yanığı bronzdu
Ellerimiz katı katı
İş görmekten
Başlarımız dik
Kendine güvenmekten
Nedense yadırgadılar bizi
Bilgi kentin tekelinde yozdu
Kız kaçar gibi geldi bize
Ne çok severmiş doğayı
Ekmek su yerine geçti yanımızda
Boy verdi ağaç ağaç yapı yapı
Nedense yadırgadılar bizi
Köy yolları göklere dek tozdu
Okundukça kitap
Sallandıkça kazma kürek
Kitabın kabında
Kazmanın sapında
Köy köy diye gümbürderdi yürek
Nedense yadırgadılar bizi
Köy çok sayımız azdı
Düşümüze girdi köyler
Yeni baştan kurduk kafamızda
Umut ocakları tüttü yirmibir yerde
Nedense yadırgadılar bizi
Yazımızı yazanlar kara yazdı
Başımıza yıkıldı tasarladığımız köyler
Umutlarımız boğuldu doğmadan
Suç sayıldı çalışmak
Suç köy köylü demek
Hala nöbet tutuyor
Dizleri göğsümüzde
Elleri boğazımızda kara yazı yazanlar
Nedense yadırgadılar bizi
Kuyumuzu kazanlar derin kazdı
Sizin olsun sizden gelen bana
Sizin bu boyun bağı
Özledim boz urbayı
Bırakın elimi kolumu
Özledim doyasıya çalışmayı
Nedense yadırgadılar bizi
Dilimizde türkü elimizde sazdı
Köylerden geldik tek tek
Biriktik öbek öbek
Çalıştık küme küme
Kapanmadan görürse gözlerim
Yeniden açıldığını Enstitülerin
Yanmam öldüğüme
Nedense yadırgadılar bizi
HAŞİM KANAR
Pazartesi, Kasım 06, 2006
BİR FIKRA
İnat
Nihat Akkaraca
Köyünde geçim şartları zorlayınca kalkıp Ankara’ya çalışmaya geldi. Zeki, kaabiliyetli, yakışıklıca bir gençti. Dürüstlüğü ve bilgiçliği sayesinde kısa zamanda işyerinin önemli elemanlarından birisi durumuna gelince, patronunun gözünden kaçmadı. Evlilik çağına gelmiş kızını bu adamla evlendirirse gözü arkada kalmayacaktı. Ne yaptı etti, bir yöntemini bulup isteğini gerçekleştirdi. Bu çalışkan köy delikanlısı damadı oluvermişti patronun.
Evlilik, ilk günler iyi gitti ama, günler geçtikçe karısı değişmeye başladı. Çok güzel ve özel birisi olduğunu düşünüyor, kocasını biraz hor görüp, her fırsatta canını sıkmak istiyordu. Adam eve bir paket revaniyle gelse, paketi açar bakar:
“Aaaa! Beyaz peynir mi aldın kocacığım?” der adamın canını sıkıyordu.
Adam:
“Yok, karıcığım! Tatlı bu, tatlı! hani revani var ya işte o…” dediğinde:
“Yok, revani değil, beyaz peynir, beni cahil mi sandın?” der, mutlaka tartışma çıkarır, bir de üstüne üslük haklı çıkardı. Çünkü adam, kavga çıkmasın diye:
“peki, karıcığım, beyaz peynir olsun, ne yapalım,” deyip kabullenmeye başlamıştı artık.
Kocası, hediye olarak kendisine bir çift pabuç alıp gelse, hemen başlardı:
“Ayyy, kocacığım, ne güzel terlik almışsın böyle…” der, adamın burnundan getirirdi..
Adam saatlerce dil döküp, almış olduğu hediyenin terlik değil, ayakkabı olduğunu anlatmaya çalışır ama, ne çare… Dinleyen kim. Terlik der, başka bişey demezdi.
Adam, şehire geleli yıllar olmuş, köyünü özlemişti. Biraz da patronun güzel kızıyla evlenmiş olmanın havasını atmak istiyordu köyünde. Bu isteğini aylar evel inatçı karısına açarak, sonunda ikna etti onu da köyüne tatile götürmeye.
Yolculuğun bir kısmı uçakta geçiyordu. Tartışma uçakta da başlamıştı. Kadın tutturmuş:
“Ne büyük otobüs bu,” deyip başka bişey demiyordu. Adam her ne kadar:
“karıcığım, hiç olmazsa şu tatili burnumdan getirme, şu inadı iki hafta için bırakıver” dediyse de vazgeçmiyordu kadın. Adamın ak dediğine, o kara diyordu. Uçaktan inip köye giden minibüse bindiklerinde köye varıncaya kadar dil döktü adamcağız. Bu sefer bayağı yumuşamıştı. Hiç olmazsa bindikleri münübüse kamyon falan dememiş adamı biraz rahatlatmıştı. Adamın; “Ne olur on beş gün dişini sıkıver, bu inattan vazgeç." önerisine:
“olur” deyivermişti . "Onbeş gün değil mi? Ne olacak idare ederim” diyerek kocasına söz vermişti.
İlk üç gün çok iyi gitti durum. Gayet uyumlu karı koca olmuşlar, mutluluk tabloları çizmekteydiler.
Bir sabah erkenden kalkıp kahvaltılarını yaptılar. Kahvaltıdan sonra sıcaklar bastırmadan nehir kenarında bir yürüyüş yapmak üzere evden çıktılar. Önlerine çıkan köprüye girmeden evvel buğday başakları sararmış, tam biçme tavında bir ekin tarlasını gördü adam.
“Ne güzel ekin, tam da biçme zamanı,” deyince, kadın sordu:
“Bu ekini ne ile biçerler burada?”
“Orakla,” dedi adam
“Yok! yanlış biliyorsun, ekin orakla biçilmez, makasla biçilir.”
“Yok, karıcığım. Makasla ekin mi biçilir. Şimdiye kadar duyulmuş şey değil. Sakın köylülerimin yanında da böyle söyleyip beni gülünç duruma düşürme.” deyince kadın:
“Yok! sen benden iyi mi bileceksin, makasla biçerler ekini.” deyip başladı ınada.
Orakla, yok makasla, derken köprünün tam üzerine gelmişlerdi. Adamın da artık canı burnuna gelmişti. Bütün metanetini kaybedince:
“Ömrüm boyunca seninle mi uğraşacağım.” deyip kadını köprüden aşağıya itiverdi. Köprünün altından akan azgın suya düşen kadın, bir zaman yüzüp kurtulmaya çalıştı fakat, olmuyordu. Tamamen sulara gömülürken, sadece sağ kolu suyun dışına çıkmış, parmaklarını oynatarak makas işareti yapıyor, ekinin makasla biçildiğini anlatmaya çalışıyordu.
Köprünün üstünde bir müddet oturup düşünen adamın aklı başına gelmiş, onu armaya karara vermişti. Yerinden kalkarak ırmağın kenarından yukarılara doğru giden yolda yürümeye başladı. Epey yürüdükten sonra tanış iki köylü çıktı karşısına. Köylü arkadaşları sordu:
“Böyle tek başına vadinin yukarısına doğru nereye gidiyorsun?”
“Karım şuradaki köprüden ırmağa düştü, onu aramaya gidiyorum.”
Adamlar şaşkın, ağızları bi karış açık::
“Aşağıdaki köprüden düştüyse karın, neden buralara gelsin? Nehrin aşağısına gitmez mi? Buralarda neye zaman yitirirsin? Köprüden aşağılarda arasana karını.”
Adamın cevabı daha da şaşırttı köylü arkadaşlarını:
“Nehre düşen sizin karılarınızdan biri olsaydı, haklıydınız. Aşağılarda aramak gerekirdi. Ama benimki o kadar inattır ki, mutlaka ve mutlaka akıntının tersine gitmiştir, o,”
diyerek nehrin yukarısına doğru yürüdü gitti…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)