Perşembe, Mart 29, 2007

BİR ANI

YÜMSEK GONUŞMA”

1960’lı yıllar. [1966 olabilir.] Sinop, Amerikan Radarı’nda çalışıyorum. Hasbelkader Sendika başkan yardımcısıyım.
Başkanımız, Et ve balık Kurumu’nda memur olan Bahri adında biri. Kendisi Yozgatlıydı. Neden Et ve balık Kurumu’nda çalışan birinin bizim sendikaya başkan olduğunu anlamış değildim. Sendikalar yeni kurulmuş, her şey toz duman içindeydi, işçi dünyasında.

Radar üssünde, İsrailli bir şirket tarafından yeni yapılar yapılmaktaydı ve bu inşaat işlerinde çalışan iki yüz kadar Türk işçisi vardı. Sendika olarak biz, bu işçileri sendikaya üye yaptık ve ücret artışı için toplu iş sözleşmelerine başladık. Yapılan iki üç görüşmede İsrailli şirket, istediğimiz artışın yüzde onunu bile vermediği gibi ileride vereceğine dair hiçbir ümit de vermiyordu. Kaçıncı görüşmeydi bilmiyorum ama, o toplantıda daha önce verdikleri sadaka gibi bir artışı da geri çekip adeta alay etmişlerdi bizimle. O moral bozukluğu içinde biz sendikacılar iş yerinden kasabaya geri geldik. Bütün işçi bizi zaten otobüs durağında beklemekteydi. Hemen sendikaya gittik, bina bize dar gelince sendikanın bahçesinde yaptık toplantıyı. Bizim başkan oturdu masanın başına. İşçiler toplandı etrafına. Oturan oturuyor, sandalyesi olmayan ayakta dinliyordu. Sendika Başkanı Bahri bey açtı ağzını yumdu gözünü. O günkü görüşmeyi anlatıyordu kanımca. Kanımca diyorum çünkü, ne konuştuğunu ben de anlayamıyordum. Cümleler çok uzun, dolambaçlı ve cümle içinde kullandığı sözcüklerin yarısından fazlası farsça veya arapça sözcüklerdi. Kaldı ki bu sözcükler bile cümlede yerinde kullanılmadığından ortaya hiç anlaşılmayan bir konuşma çıkmıştı. Ama ne var ki arasıra alkışlanıyordu dinleyenler tarafından.

Oldukça canım sıkılmış, böyle bir başkanla toplu sözleşme görüşmelerine katılmış olmamdan dolayı öfkeleniyor yerimde oturamıyordum. Yerimden kalkmış, konuşmakta olan başkanın etrafındaki insan halkasını hızlı adımlarla turlarken, karşıma gelen tanıdık bir işçi beni durdurup:

“Nihat Abi! Adam ne güzel gonuşuyo, görüyor musun.” deyiverdi.
Bir iki adım daha yürüdükten sonra aydım. Arkama dönüp bunu diyen işçiyi kolundan tutup kendime doğru çektim, kendimi kaybedercesine bağırarak sordum:

“Güzel konuşuyor ama, sen ne anladın bu konuşmadan?”
Cevap alamıyordum. Üsteledim:
Söyle allahaşkına bana, anlayabildiğin bir cümle söyle…”
Adam yüzüme şaşkın, şaşkın bir müddet baktı, sorumu cevaplama zorunluluğu mu hissetti ne, cevap verdi:
“Ağbi, adamın gonuşması yüksek gonuşma… Biz anlayamayız bu gonuşmaları.” dedikten sonra sözünü şöyle bitirdi. Yiğide furacaksın, emme, hakkını da verceksin. Adam yüksek gonuşuyo…”

Ağzım açık bi müddet yerimde çakıldım kaldım bunu duyunca. Fakat, yüksek sesle bağırdığımdan işçiyle aramdaki diyaloğu Bahri Bey de duymuş, konuşmasını durdurmuş bizi dinlemekteydi.

Bu olaydan on beş gün sonra Bahri Bey, alalacele genel kurulu topladı, kongrede gene böyle kimsenin anlayamayacağı bir konuşma yapıp alkış aldı. Üstelik de beni yönetim kuruluna seçtirmedi. Anlayamadıkları yüksek konuşmadan işçiler çok etkilenmişlerdi.
Sonradan öğrendim ki, bir konuşma ne kadar yüksekse o kadar anlaşılmaz veya ne kadar anlaşılmazsa o kadar yüksektir…
Bazılarına göre…

Çarşamba, Mart 28, 2007

Salı, Mart 27, 2007

FOTOĞRAF

"Bir İnsan Bir Hikaye" çekim ekibi ve biz. Yer: Mesudiye'deki Köy evi

Pazar, Mart 25, 2007

FIRÇA

Datca Yerel Tarih Grubu’nun açacağı serginin hazırlıkları içindeydik. Açılış gününe birkaç gün kalmıştı ki; her birimiz bir yerlere koşturup açılış gününe hazır olmak istiyorduk. Hani, canımız burnumuzdaydı desem yalan dememiş olurum. Benim de belediyeye gidip bir ayrıntıyı çözmem gerekti. Postanenin tam karşısında, köyden bir arkadaşım, Memed, el kaldırdı, durdum.
-“Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
-“Belediyeye,” dedim
-“Beni de alır mısın? Ben de Tedaş’a gideceğim,” dedi.
Onu indireceğim yere yaklaşırken sordu:
-“Ne işin va, belediyede, su parası falan mı yatıracaksın?”
-“Yok,” dedim. “Sergi açıyoruz da… Belediyeden isteyeceğim bazı şeyler var, onun için gidiyorum.”
İneceği yere kadar hiç sesini çıkarmadı. Arabadan indi. Kapıyı kapadıktan sonra pencereden başını içeri doğru uzattı, kimse duymasın gibi bir tavıra bürünerek alçak sesle bana:
-“Ne paragöz adamsın," dedi ve ekledi: "Emekli maaşın va… Kirada evin va… Dükkânın va, televizyon da tamir edikdurusun… Bi de bazarcılık mı yapacan.” deyip, Allah, Allah! der gibi başını iki yana sallayarak Tedaş’a doğru yürüdü.
Ben belediye başkanını görmeden önce, bi müddet merdivenlerin orada oturdum. Gülmem geçsin diye…
-

Perşembe, Mart 22, 2007

Bir Fıkradan Bir Öykü

TESELLİ

Nihat Akkaraca
Mezarın yanı başındaki yeni kazılmış toprak, cenazeye gelenler tarafından tekrar mezara atılmaktaydı. Birisi iki üç kürek atıp, küreği yere bırakıyor, diğeri alıyor, o da bi kaç kürekten sonra bırakıp sırada bekleyenlere toprak atma fırsatı veriyordu. Toprak yığınının tam ortasında, dizleri üstüne çökmüş, yaşı ellinin üzerinde gösteren, iyi giyimli bir adam da, iki gözü iki çeşme durmadan elleriyle mezara toprak atıyor ve ikide birde ceketinin koluna gözyaşlarını siliyordu. Onu böyle perişan bir halde, gelişi güzel toprak atarken gören bir arkadaşı arasıra gelip omuzuna dokunuyor:: “Kendini bu kadar kapıp koyuverme, metin ol!” deyip teselli etmeye çalışıyordu. Toprakları avuçlarıyla saçma sapan atışı, teselliye ihtiyacı olduğunu göstermekteydi.
Adamın kendinden yirmi yaş daha genç olan, çok sevdiği güzel karısı yakalandığı melun bir hastalıktan kurtarılamamış, ölmüştü. Genç karısının ölümü zavallı adam için tam bir yıkım olmuştu. Ne zorluklarla bu güzel kızı kendine eş etmişti. Kız, uzun bir zaman ayak diremiş, evlenme ekliflerini geri çevirmişti. Adam bu direnişe çok şaşırmıştı. Çünkü kendisi öyle çok yakışıklı olmasa bile eline yüzüne bakılır tiplerdendi. Giyinip kuşanmasını iyi bilirdi. Bir iş adamıydı ve maddi sıkıntısı söz konusu değildi. Mahallede hangi kızı istese red edilmeyeceğini bildiğinden, kızın kendisiyle evlenmek istememesine şaşmıştı. Kız, aynı mahallede yaşayan orta halli bir ailenin kızıydı ve o semtin en güzeli ve endamlısıydı. Orta yaşlı adamın kendisiyle evlenmek istediğini duyunca dünyası yıkılmış, aylarca “olmaz, ben bu adamla evlenmem” demesine karşın, anne ve babasının ısrarlarına dayanamayıp sonunda evet demişti. Bu zoraki evlilik, zamanla yoluna girmiş evlendikleri günden bu güne kadar kusursuz bir evlilik tablosu çizmişlerdi.
Güzel kızı, kendisiyle evlenmeye başkalarının yardımıyla güç bela razı ettiğinden karısının üstüne titremiş, bir dediğini iki etmemişti evliliği müddetince. Genç kadın da mutlu görünüyordu. Ölüm, kapılarını çalana kadar hiçbir anlaşmazlıkları, kavgaları olmamıştı. Karısına öylesine aşıktı ki; sanki kendisi Mecnun, o da Leyla idi.
Mezar örtülüp, hocanın duası da bittikten sonra, cenazeye gelenler teker teker başsağlığı dileyip teselli edici şeyler söyleyerek ayrıldılar. Çok yakın iki arkadaşının dışında herkes gitmişti. Yaslı koca mezardan ayrılmak istemiyordu. Hatta bir ara arkadaşına “benide gömseydiniz buraya” diye mırıldanmıştı.
Gitmeden mezarın başında son bir fatıha okumak istedi. Duayı bitiripte elleriyle yüzünü sıvazlamak isterken başını kaldırdığında, gözü, tam karşısındaki bir selvi ağacının gövdesine arkasını dayamış, uzun saçları darmadağın, kafası iki elinin arasında, durmadan ağlayan genç bir delikanlıya takıldı. Delikanlının üzerinde bakışları kilitlendi. Genç adamın hıçkırarak ağladığını farkettiğinde kafasının içinde sorular şimşek gibi çaktı. Soruların cevabını bulmaya çalışıyordu: “Kimdi bu tanıdık sima?, kendisi onu nereden tanıyordu ve karısının ölümü için neden bu kadar perişan etmişti kendini?...” Ayağa kalkıp delikanlıya biraz daha yaklaşınca, hatırlar gibi oldu genç adamı. Onu yatak odalarının penceresinden her baktığında, karşılarındaki apartman dairesinin onlara bakan balkonunda, üstünde sadece bir şortla jimnastik yaparken görüyordu. Tereddüte hiç yer yoktu, bu, zaman zaman kafasunda soru işaretleri ve şüphe yaratan konşu delikanlıydı. Sportif vücudu, pazuları, çenesindeki sakalı ve ensesine kadar inen uzun saçlarıyla karşısında oturmuş ağlıyordu…
Karısının yasını unutup geçmiş günlere doğru daldı gitti: İlkönce kızın ailesine ilk evlenme teklifini götürdüğü günleri geçirdi kafasının içinden. Anası ve babasının ısrarlarına rağmen kız, nasıl ayak diremişti “ben bu adamla evlenmem de evlenmem!..” diye. Evlendikten sonra akşamları eve geldiğinde güzel karısını, çoğu kere, yatak odalarının penceresinin önünde oturuyor bulması ve delikanlıyı da karşı evin balkonunda elindeki ağırlıklarla vücut geliştirme hareketleri yapıyor olması tesadüf müydü acaba?. Zaman zaman Avrupa ülkelerine iş gezisine giderken karısını da götürmek istediğinde, karısının “Yok, istemem şekerim, ben evimi çok seviyorum, ben evimde daha mutluyum” demeleri… Sofrada pür neş’e olupta, yatma zamanı geldiğinde başağrılarının da beraber geldiği geceler… Hepsi, ama hepsi sinema şeridi gibi gözünün önünden aktı geçti.
Herşeyi geç de olsa anlamış, taşlar yerine oturmuştu. O kederler içinde kendini kaybetmiş olan yaslı kocanın yerine bambaşka biri gelmişti sanki. Ağır ağır yürüyerek ağlayan gencin başucunda durdu. Gencin omuzunu eliyle okşar gibi vurarak onu teselli etti, mezarın başında arkadaşının kendisine söylediği sözleri tekrarlıyarak: “Kendini bu kadar kapıp koyuverme delikanlı, metin ol.” Ve ilave etti: “Ben yine evlenirim!..” dedikten sonra, mezarlığın girişindeki arabasına doğru yürürken içinde on dakika evvelki keder yoktu, ama aldatılmış bir kocanın sıkıntısı vardı….

Salı, Mart 20, 2007

LA FONTAİNE

HOROZLA İNCİ

Bir horoz inci bulur, kuyumcuya gider:
"Al, şuna bak, der.
pırıl pırıl ne özrü ne kusuru var.
Fakat sen bana bir avuç mısır ver,
benim işime o yarar."

Bir cahile bir kitap miras kalır.
Adam kitabı alır,
komşusu kitapçıya gider:
"Bak, ne güzel kitap, der,
fakat sen bana beş on kuruş ver.
benim işime o yarar."

Pazar, Mart 11, 2007

Çehov'dan bir öykü




Dört beş ay oluyor, Reşadiyeli birinden dinlemiştim, yıllar evvel bir berberle bir müşterisi arasında geçen olayı. Henüz öyküleştirmedim. Ama bugün o olayı düşünürken aklıma Çehov’un bir öyküsü geldi. Şu sıralar kendim yazmadağımdan öyküyü sizlerle paylaşmak istedim. Biliyorum ki Çehov’un bu öyküsünü çoğunuz okudunuz. Ama bi kere daha okumanın bi zararı da yok. Belki henüz okumayanlar vardır, onlar okurlar. Datca’da olan olay şu: İsim vermeden yazacağım şimdilik. Ama zaten “o zamanların tek berberi” deyince bir çok Datçalı anlayacak kim olduğunu.
Reşadiyeden biri, Ahmet, işten güçten saç tıraşı için fırsat bulamadı. Bir fırsat bulup tıraş için Reşadiye’den İskele’ye berbere geldiğinde akşam olmak üzereydi. İskele’nin tek berberi de tahtadan yapılmış bir kulübede berberlik yapmaktaydı. Ahmet, berber koltuğuna oturduğunda güneş batmıştı. O yıllarda Datça’da henüz elektrik yok, aydınlatma gaz lambalarıyla idare ediliyor. Berber, hem tıraş edip hem sohbet ederken tıraş yavaş gidiyor ve Ahmet’in kafasının yarısının tıraşı bittiğinde karanlık iyice bastırıyor... Berber ne de olsa Akdeniz insanı. Üstelik de Datçalı. Karanlık basıpta işini göremeyince, bir duvarda asılı gaz lambasına, birde Ahmet’in yarı tıraşlı kafasına bakıyor. İlkönce lambayı yakıp tıraşı bitirmeyi düşünüyor ama, sadece düşündüğüyle kalıyor. Lambanın camı simsiyah is ve şişesinde de bir damla gazyağı kalmamış. Şimdi tıraşı bırakacak, lambaya gaz koycak, camı silecek, lambayı yakacak ve tıraşı bitirecek… Öfff!Bir sürü iş. Eğilerek müşterinin yüzüne bakıyor ve: "Yahu Ahmet! Şindi [şimdi] bişey diyecen sene [sana]. Emme [ama] gızma bene. Zaten gabıyat [kabahat] sende. Vakıtsız geldin dükkâna. Bak karannık [karanlık] bastı, tıraşın da yarım. Bu garanlıkda bu tıraş olmayacak. Lambayı yakmaya kalksam bi sürü işi va. Cam pis, gaz yok içinde. Zaten yemek vakti de geldi. Hadi sen kusura bakma da bu tıraşı yarın bitiriverelim…" Ahmet,çaresiz boynunu büktü. Sandalyeden kalktı, kasketini giyip Reşadiye’ye yürüdü. O gece kahveye çıktığında arkadaşları farkına vardı yarım saç tıraşının. Ne de olsa kasketi kafasının heryanını kapatamamıştı. Ense kökünden görünüyordu yarısı tıraşlı, diğer yarısı tıraşsız başı Ahmet’in. Ahmet işten güçten dolayı bir hafta gidemedi kafasının diğer yarısını tıraş ettirmeye. Böylece milletin diline düştü. Çehov’un bu öyküsünü bugün bundan dolayı hatırladım… Haydi hep birlikte okuyalım...



BERBER DÜKKÂNINDA

Anton çehov



Sabah saat daha yedi olmadığı halde Makar Kuzmiç Bliostkov’un berber dükkânı açık. Şık giyimli, ama üstü-başı kir içinde , henüz yüzünü bile yıkamamış bulunan yirmi yaşlarındaki dükkân sahibi Makar sabah temizliği yapmakta. Elindeki bezle bir yerleri siliyor, şuraya buraya parmağını sürüyor, duvarda gördüğü bir tahtakurusuna fiske atıyor…
Dükkân küçük mü küçük, daracık, pis bir yer. Kütüklerden örtülü duvarlara arabacıların gömleği gibi soluk duvar kâğıtları yapıştırılmış. Camları rutubetten donuklaşmış, ışık sızdırmaz iki pencere arasında gıcırtılı bir tahta kapı; kapının üstündeyse durduk yerde şangırdayan, titrek sesli, pastan yeşillenmiş bir çıngırak göze çarpıyor. Duvardaki aynaya şöyle bir bakmaya görün, suratınız dört bir yana çarpılır, kendinizi tanıyamazsınız. Makar, bu aynanın karşısında, saç-sakal tıraş etmektedir. Aynanın önündeyse dükkân sahibi kadar pis, yağa bulanmış berber gereçleri var; taraklar, makaslar, usturalar, birkaç kapiğe alınan krem ve pudralar, içine su katılmış bir şişe kolonya… Berber dükkânını satmaya kalksanız beş ruble bile etmez.
Kapının üstündeki zilin hastalıklı sesi duyuluyor, içi kürklü bir gocuk ve keçe çizmeler giymiş yaşlıca bir adam dükkâna giriyor. Adamın başı, boynu kadın şalıyla sarılı. Makar Kuzmiç’in vaftiz babası İvanoviç Yagodov’dur bu gelen. Kendisi oturdukları Prud mahallesi’nde tesviyecilik yapıyor.
Temizlik işiyle uğraşan Makar Kuzmiç’e;
-Merhaba Makarcığım! Ne haber, gözümün nuru? diye sesleniyor içeri girer girmez.
Öpüşüyorlar. Yagodov istavroz çıkardıktan sonra bir iskemleye çöküyor.
-Yol ne kadar uzunmuş! diyor oflayıp puflayarak. Şaka değil, ta Krasniy Prud’dan Kaluga kapısına değin yaya geldim.
-E, nasılsınız bakalım? İyi misiniz?
-Hiç sorma, iyi değilim. Yakınlarda bir hastalık atlattım.
-Ne hastalığı?
-Evet, bir ay ateşler içinde kıvrandım. Ölüyorum sandım, ama sonunda kefeni yırttık. Şimdi de saçlarım dökülüyor. Doktor saçlarımı kestirmemi söyledi. Yerine daha gür çıkarmış. Ben de tuttum, sana geldim. “Yabancıya gitmektense bir yakınım kessin saçlarımı. Hem daha iyi tıraş eder, hem de para almaz” dedim. Doğrusu yol biraz uzun, ama zararı yok. Benim için bir gezinti oldu.
-Ne olacakmış canım. Seve seve tıraş ederim. Buyurun, oturun!
Makar Kuzmiç saygıyla eğilerek tıraş masasının arkasındaki koltuğu gösteriyor. Yagodov gösterilen yere oturarak aynada kendine bakıyor. Oradaki görüntüden pek hoşnut kalmış olmalı. Neden derseniz, Moğol dudaklı, küt, yayvan burunlu, gözleri alnuna kaymış bir surat beliriyor orada. Makar Kuzmiç vaftiz babasının omuzlarına sarı sarı lekeli, beyaz bir çarşaf örttükten sonra makası şıkırdatmaya başlıyor.
-Saçlarınızı cascavlak keseceğim, ne dersiniz?
-En güzelini yapmış olursun. Tatarlara benzet beni, bomba gibi bir şey olayım. Sonunda daha gür çıkacak nasıl olsa.
-E, hanım teyzemiz nasıllar?
-Nasıl olsun, yuvarlanıp gidiyor işte. Geçenlerde binbaşının karısına doğuma çağırmışlardı, tam bir ruble vermişler.
-Ya, bir ruble vermişler, ha? Kulağınızı tutar mısınız biraz?
-Tuttum… Sakın keseyim deme, e mi? Of, acıttın be! Neden çekiyorsun saçımı?
-zararı yok, zararı yok. Bizim meslekte böyle şeyler olmadan olmaz. Anna Erastovna iyiler mi?
-kızım mı? Yerinde rahat durduğu yok ki! Geçen Çarşamba Şeykin’le nişanını yaptık. Sen niçin gelmedin?
Makas şıkırtıları şıp diye kesiliyor. Makar’ın elleri aşağı düşüyor. Korku okunan bir sesle;
-Kim? Kimi nişanladınız? diye soruyor.
-Bizim Anna’yı, canım!
-Nasıl olur? Kiminle?
-Şeykin’le, Petroviç Şeykin’le. Teyzesi, zengin bir ailenin vekilharçlığını yapıyor. İyi bir kadındır. Şükürler olsun, hepimizi sevindiren bir iş kıvırdık. Bir hafta sonra da nikahı var. Sen de gel, eğleniriz.
Şaşkınlıktan yüzü sararan Makar Kuzmiç omuzlarını silkiyor.
-Nasıl olur, Erast İvanoviç? Bunu nasıl yaparsınız? Olamaz! Anna ile ben… Ben ona karşı iyi duygular besliyordum… Niyetim onunla… Bu nasıl şey, bilmem ki! Makar Kuzmuç’in yüzünde ter damlaları tomurcuklanıyor. Makası masanın üstüne bıraktıktan sonra yumruğuyla burnunu ovuşturmaya başlıyor.
-Benim ona karşı temiz niyetlerim vardı. Olacak şey değil, Erast İvanoviç! Ben onu sevdim, en saf duygularımı sundum. Karınız hanım teyze de söz vermişti. Size karşı hep öz babam gibi saygı gösterdim… Her zaman bedava tıraş ediyorum. Benden iyilikten başka ne gördünüz? Babam öldüğü zaman evdeki kanapeyle on rublemi aldınız. Sonra geri vermediniz. Anımsıyorsunuz, değil mi?
-Anımsamaz olur muyum? Hatırımdadır hep. Ama, gözümün nuru, sen iyi bir güvey olabilir misin, Makarcığım? Söyle, iyi bir güvey olabilir misin? Ne paran var, ne mevkiin, ne de işe yarar bir mesleğin!
-peki, Şeykin zengin mi?
-Taşeronluk yapıyor. Tam bin beş yüz ruble pey akçesi yatırmış bu işe. Yetmez mi, iki gözüm? Her neyse, olan oldu birkere, geri dönemeyiz, Makarcığım, sen kendine başka bir kız ara. Elini sallasan ellisi gelir sana. E, ne duruyorsun? Hadi tıraş etsene.
Makar Kuzmiç konuşmadan dikiliyor, sonra cebinden mendilini çıkararak ağlamaya başlıyor. Erast İvanoviç onu yatıştırmaya çalışıyor.
-Aman canım, böyle şeylere de ağlanır mı? Hadi, sus bakalım. Kadınlar gibisin vallahi!.. Önce saçımı kes, sonra ne yaparsan yap. Hadi, makası al eline!
Makar Kuzmiç makası alıyor, ona bir dakika şaşkın şaşkın baktıktan sonra yine masaya bırakıyor. Eli titremektedir.
-Yapamayacağım, kalsın şimdi, elimin gücü kesildi. Ah, ne talihsiz insanmışım ben? O da çok mutsuz şimdi…. Birbirimizi seviyorduk, söz vermiştik. Kötü insanlar acımadan ayırdılar bizi. Dükkânımdan gidin, Erast İvanoviç! Sizi gördükçe tuhaf oluyorum.
-Öyleyse yarın gelirim, Makarcığım. Tıraşı yarın bitirirsin.
-Peki, nasıl isterseniz.
Erast İvanoviç saçlarının yarısı kökünden kesilmiş başıyla tıpkı bir kürek mahkûmuna benziyor. Böyle bir başla ortalıkta dolaşmak pek de hoş değil ama başka ne yapabilir? Başına şalı yeniden sarıyor, berber dükkânından çıkıyor Makar yalnız kalınca bir sandalyeye oturuyor, sessiz sessiz ağlamasını sürdürüyor.
Ertesi sabah Erast İvanoviç erkenden dükkândadır. Makar Kuzmiç soğuk bir sesle:
-Bir şey mi var, ne istiyorsunuz? diye soruyor.
-Tıraşı bitir Makarcığım. Bak, yarısı duruyor
-Parası peşin, lütfen. Bedava tıraş etmem!
Erast İvanoviç tek söz söylemeden kalktığı gibi dükkândan dışarı fırlıyor. O günden beri başının yarısında saçları uzun, öbür yarısında ise kısacık. Parayla tıraş olmayı lüks saydığından başının yarısındaki saçların kendiliğinden büyümesini bekliyor. Kızının düğününde bile ortalıkta böyle dolaştı.

Cumartesi, Mart 10, 2007

Datça'dan




Yanda: Eski Datça'da Can Yücel Sokağı Ve Yukarıda: Şarap rengine bürünmüş Datça Akşamlarından biri. (Bakmak için resmin üstüne tıklayın)