Çarşamba, Aralık 31, 2008
Pazartesi, Aralık 22, 2008
YENİ BİR KİTAP
Cumartesi, Aralık 20, 2008
ANI-ÖYKÜ
MUĞLA’DA SOKAĞI SULAMANIN CEZASI
Sezai, Datça’nın ilk üç şoföründen biriydi. Daha sonraki yıllarda Datça’nın en renkli, en dakik şoförü olan Mahluk[1] ise, Sezai’nin muavini olarak çalışıyordu. Kamyon, Datça belediyesinindi. İş çıktıkça Muğla’ya, Marmaris’e gider gelirlerdi. O gün Muğla’ya boş gittiler. Ertesi gün çimento sarıp geleceklerdi.
O yıllarda Muğla’nın sokaklarının yarısı topraktı, henüz asfalt veya taşla kaplanmamıştı.. Sezai, sebze halinin olduğu sokağa kamyonla biraz süratli girip, yolun bütün tozunu kaldırınca esnaf, belediye zabıtasını çağırdı. Zabıta, şehri kirletmekten hatırı sayılır bi’ ceza kesti. Sezai, hiç itiraz etmeden ödedi cezayı.
O gece Muğla’da kalacaklardı. Muğla Belediyesine ceza ödediklerinden, biraz tasarruf etmeyi düşündüler. Park parası ödememek için kamyonu otogarın arka tarafında bir sokağa park ettiler. Kendileri de otel parası vermemek için kamyonda uyumaya karar verdiler… Akşam üzeri lokantaya gitmediler. Bakkaldan aldıkları peynir, salam, domates ve biralarla kamyonda geçiştirdiler akşam yemeğini. Sezai şoför mahalline, Mahluk arkada kamyonun kasasına erkenden yatıp, uyudular. Epey bi’zaman geçtikten sonra Sezai uyandı. Muğla sokaklarında el ayak iyice çekilmiş, in cin top oynuyordu. Zaman, herhalde yarı geceyi biraz geçmişti. Akşamki biranın etkisiyle sıkışmıştı. Gecenin yarısında Muğla’da tuvalet arama niyetinde değildi. Hem ne olacak, sadece küçüğünü yapacaktı. Arabadan inip kapıyı kapatınca, kapıdan çıkan sesle Mahluk da uyandı.
Uyku sersemi, Sezai’yi sokakta görünce, sordu:
“Nereye gidiyorsun, abi?”
“Suss! sesini yükseltme, sıkıştım! Şuralarda işimi göreceğim.
Mahluk, alçak sesle:
“Ben de, abi,” deyip Sezai’nin yanına geldi.
Sezai:
-“Şu yol kenarındaki çam ağaçlarının altından yürüyerek yapalım da, yolun öbür ucundan gelen olursa görmesin, gören olursa bile ne yaptığımızı anlayamasın.” dedi. Fikir, Mahluk’un da aklına yattı. Zaten çocukluğundan beri kural dışı olmaya bayılırdı..
Şoför Sezai önde, muavini Mahluk onun arkasında, ağaçların altında yürüyor, hemde yolu ıslata ıslata ilerliyorlardı ki, oto garın duvarının üstünden önlerine aniden biri atladı. Arkadan biri daha… İlkin, karanlıkta ne olduğunu anlayamadılar. Ne zaman ki, bir ses, “Ne yapıyorsunuz siz ulan, gecenin bu saatinde?” diye gürleyince, uyku sersemliğinden biraz daha ayıldılar ve yola atlayanların gece bekçisi olduğunu anladılar.
Sezai biraz utandı, hiç sesini çıkarmadı. Gece bekçisinin ikinci sorusunu anadan doğma kekeme olan Mahluk, kekeleyerek cevapladı:
“Bi, bi, biz mi?” dedi. “Bi, bi biz, toz olmasın diye yo yo yo yolları sulama ya çaılışıyorduk, diyebildi. Bu cevaba iyice öfkelenen bekçilerden biri:
“Siz bizimle dalga geçmeyi görürsünüz şimdi!: Yürüyün bakalım karakola!” diye bağırdı.
Yolda gece bekçilerine dertlerini anlatmak istedilerse de bekçilerin onları dinlemeye niyeti yoktu. Götürüp polis karakoluna bıraktılar. Nöbetçi komiser işledikleri suça baktı, işledikleri suç, polisiin kapsamında değil, belediye zabıtasının kapsamındaydı.
-“Zaten sabah olmak üzere. Biraz burada bekleyin de yarın size belediye zabıtası ceza kestikten sonra bırakırız.” dedi komiser.
Zabıtanın onlara daha dün toz kaldırmaktan ceza kestiğini anlatmaya çalışıp paçayı kurtarmak istediler ama, komiser kararını vermişti bi’ kez
Mahluk, gecenin bi’yarısında başına gelenlere iyice içerlemiş, pepeliği daha da nüksetmişti.
Cesaretini toplayarak komisere:
Ko ko komiser Bey! Gündüz sok sokaktan to to toz kaldırdık diye ceza kestiler; akşam toz kalkmasın diye su su suladık diye mi ce ce za kesecek bu Muğlalılar bize? dediğinde komiser kahkaha atmaktan zor tuttu kendini.
[1] Adı Mehmet Ali’ydi. Çocukken, şoförlük öğreneceğim diye, kapılarının önündeki kamyonu çalıştırmış sokak kapısını yıkarak kendi avlularına kadar girmişti. Oğlunun yaramazlıklarından bıkan baba, o gün çok kızınca diğer çocukların yanında ona “Mahluuk!” diye bağırmış. O günden beri adı Mahluk olmuştu. Aslında mahluk değildi, tam tersine dürüst, dakik, dikkatli bir şofördü. Fakat toplum onun bu özelliklerini biraz aşırı bulmuştu.
Sezai, Datça’nın ilk üç şoföründen biriydi. Daha sonraki yıllarda Datça’nın en renkli, en dakik şoförü olan Mahluk[1] ise, Sezai’nin muavini olarak çalışıyordu. Kamyon, Datça belediyesinindi. İş çıktıkça Muğla’ya, Marmaris’e gider gelirlerdi. O gün Muğla’ya boş gittiler. Ertesi gün çimento sarıp geleceklerdi.
O yıllarda Muğla’nın sokaklarının yarısı topraktı, henüz asfalt veya taşla kaplanmamıştı.. Sezai, sebze halinin olduğu sokağa kamyonla biraz süratli girip, yolun bütün tozunu kaldırınca esnaf, belediye zabıtasını çağırdı. Zabıta, şehri kirletmekten hatırı sayılır bi’ ceza kesti. Sezai, hiç itiraz etmeden ödedi cezayı.
O gece Muğla’da kalacaklardı. Muğla Belediyesine ceza ödediklerinden, biraz tasarruf etmeyi düşündüler. Park parası ödememek için kamyonu otogarın arka tarafında bir sokağa park ettiler. Kendileri de otel parası vermemek için kamyonda uyumaya karar verdiler… Akşam üzeri lokantaya gitmediler. Bakkaldan aldıkları peynir, salam, domates ve biralarla kamyonda geçiştirdiler akşam yemeğini. Sezai şoför mahalline, Mahluk arkada kamyonun kasasına erkenden yatıp, uyudular. Epey bi’zaman geçtikten sonra Sezai uyandı. Muğla sokaklarında el ayak iyice çekilmiş, in cin top oynuyordu. Zaman, herhalde yarı geceyi biraz geçmişti. Akşamki biranın etkisiyle sıkışmıştı. Gecenin yarısında Muğla’da tuvalet arama niyetinde değildi. Hem ne olacak, sadece küçüğünü yapacaktı. Arabadan inip kapıyı kapatınca, kapıdan çıkan sesle Mahluk da uyandı.
Uyku sersemi, Sezai’yi sokakta görünce, sordu:
“Nereye gidiyorsun, abi?”
“Suss! sesini yükseltme, sıkıştım! Şuralarda işimi göreceğim.
Mahluk, alçak sesle:
“Ben de, abi,” deyip Sezai’nin yanına geldi.
Sezai:
-“Şu yol kenarındaki çam ağaçlarının altından yürüyerek yapalım da, yolun öbür ucundan gelen olursa görmesin, gören olursa bile ne yaptığımızı anlayamasın.” dedi. Fikir, Mahluk’un da aklına yattı. Zaten çocukluğundan beri kural dışı olmaya bayılırdı..
Şoför Sezai önde, muavini Mahluk onun arkasında, ağaçların altında yürüyor, hemde yolu ıslata ıslata ilerliyorlardı ki, oto garın duvarının üstünden önlerine aniden biri atladı. Arkadan biri daha… İlkin, karanlıkta ne olduğunu anlayamadılar. Ne zaman ki, bir ses, “Ne yapıyorsunuz siz ulan, gecenin bu saatinde?” diye gürleyince, uyku sersemliğinden biraz daha ayıldılar ve yola atlayanların gece bekçisi olduğunu anladılar.
Sezai biraz utandı, hiç sesini çıkarmadı. Gece bekçisinin ikinci sorusunu anadan doğma kekeme olan Mahluk, kekeleyerek cevapladı:
“Bi, bi, biz mi?” dedi. “Bi, bi biz, toz olmasın diye yo yo yo yolları sulama ya çaılışıyorduk, diyebildi. Bu cevaba iyice öfkelenen bekçilerden biri:
“Siz bizimle dalga geçmeyi görürsünüz şimdi!: Yürüyün bakalım karakola!” diye bağırdı.
Yolda gece bekçilerine dertlerini anlatmak istedilerse de bekçilerin onları dinlemeye niyeti yoktu. Götürüp polis karakoluna bıraktılar. Nöbetçi komiser işledikleri suça baktı, işledikleri suç, polisiin kapsamında değil, belediye zabıtasının kapsamındaydı.
-“Zaten sabah olmak üzere. Biraz burada bekleyin de yarın size belediye zabıtası ceza kestikten sonra bırakırız.” dedi komiser.
Zabıtanın onlara daha dün toz kaldırmaktan ceza kestiğini anlatmaya çalışıp paçayı kurtarmak istediler ama, komiser kararını vermişti bi’ kez
Mahluk, gecenin bi’yarısında başına gelenlere iyice içerlemiş, pepeliği daha da nüksetmişti.
Cesaretini toplayarak komisere:
Ko ko komiser Bey! Gündüz sok sokaktan to to toz kaldırdık diye ceza kestiler; akşam toz kalkmasın diye su su suladık diye mi ce ce za kesecek bu Muğlalılar bize? dediğinde komiser kahkaha atmaktan zor tuttu kendini.
[1] Adı Mehmet Ali’ydi. Çocukken, şoförlük öğreneceğim diye, kapılarının önündeki kamyonu çalıştırmış sokak kapısını yıkarak kendi avlularına kadar girmişti. Oğlunun yaramazlıklarından bıkan baba, o gün çok kızınca diğer çocukların yanında ona “Mahluuk!” diye bağırmış. O günden beri adı Mahluk olmuştu. Aslında mahluk değildi, tam tersine dürüst, dakik, dikkatli bir şofördü. Fakat toplum onun bu özelliklerini biraz aşırı bulmuştu.
Perşembe, Aralık 18, 2008
ÖNEMLİ BİR TOPLANTI
30 kasım 2008 PALAMUTBÜKÜ TOPLANTISI
Datça Yerel Tarih Grubu 30 Kasım Pazar günü Palamutbükü Badem Restaurant'ta 2009 yılı çalışma konularını belirlemek üzere toplandı. Çalışma konuları ve çalışma yöntemleri ile ilgili öneriler yapıldı. 21 Aralık Pazar günü saat 13:00'de Palamutbükü Badem Restaurant'ta tekrar toplanarak çalışma guruplarının oluşturulmasına karar verildi. Birbirinden heyecan verici bu çalışma konularında guruba katkıda bulunmak isteyen herkesi 21 Aralık'taki toplantımıza bekleriz.
Datça Yerel Tarih Grubu 30 Kasım Pazar günü Palamutbükü Badem Restaurant'ta 2009 yılı çalışma konularını belirlemek üzere toplandı. Çalışma konuları ve çalışma yöntemleri ile ilgili öneriler yapıldı. 21 Aralık Pazar günü saat 13:00'de Palamutbükü Badem Restaurant'ta tekrar toplanarak çalışma guruplarının oluşturulmasına karar verildi. Birbirinden heyecan verici bu çalışma konularında guruba katkıda bulunmak isteyen herkesi 21 Aralık'taki toplantımıza bekleriz.
Pazartesi, Kasım 24, 2008
OĞRETMENLER GÜNÜ
Pazartesi, Kasım 17, 2008
Datca Yerel Tarih Derneği'nin Sepet Etkinliği
Datça Yerel Tarih Derneği, geçen pazar günü yeni dernek bürosu ve sergi evinin önünde bir sepet örme etkinliği gerçekleştirdi.
Etkinlik başlamadan önce sepet ustalarının ağzından, eskiden Datça'da sepetin sosyal hayattaki yeri ve ekonomiye etkisini, sepet çeşitlerini, hangi tip sepetin hangi işlerde kullanıldığını dinledik.
Sepet örme becerilerini yıllardır ayakta tutan iki arkadaşımız, Karaköy'den İsmet Eski ve Yaka Köyü'nden İhsan Aras, getirdikleri bol miktarda doğal malzemeyi öğrenmek isteyenlere de vererek sepetin nasıl örüldüğünü gösterdiler.
Datça'nın bu çok özel geleneksel el sanatını yeniden canlandırıp, pazarlarda bolca kullanılan plastik poşete savaşı bu etkinlikle başlatabiliriz belki de.
Bu etkinlik "PLASTİK POŞETE HAYIR!"
kampanyasının başlangıcı da olabilir.
Bugün öğleden sonra gittiğim Kızlan Köyü'nde gördüklerim bana bu umudu verir gibi oldu. Bir adam eski, kullanılmayan ilkokulun bahçesine oturmuş sepet örmekteydi ve örülmüş her tür sepet vardı etrafında. Sorduğumda, 30 kadar sipariş aldığını, bunun dışında küfe de ördüğünü ve satabildiğini söyledi.
Pazar, Kasım 16, 2008
PASPATUR DERGİSİ GELDİ
Fethiye'de iki ayda bir yayımlanan kültür sanat ve edebiyat dergisi Paspatur'un Kasım-Aralık sayısı geldi. Datça'dan gönderilen yazılara da yer veren derginin ederi 3.00 YTL.
Edinmek isteyenler Nihat Akkaraca'yı arayabilirler:
0542 741 7599
Not: DERGİMİZ "PASPATUR" TÜKENDİ.
OKUYUCULARIMIZA TEŞEKKÜRLER
Perşembe, Kasım 06, 2008
BADEM TEKRAR DATÇA'DA
Salı, Kasım 04, 2008
ANI
"ŞEYTANIN ÇIRASI"
“Şeytanın Çırası”nı torunu getirmişti eve… Nereden bulduysa satın almış getirmiş… İlkönceleri, “Paraları çar çur edikdurusun.” diye dırlandı durdu torununa. Torun, yeni yetme. Söz dinler mi. Gülüp geçiveriyordu onun dırdırına. Oğlanın keyfi yerindeydi. Düğmesini itince, al sana nur gibi aydınlık. Çek düğmesini, sönsün. Çıra gibi mi? Söndürmek için ne kül aramak var ne bişey. Al eline, bas düğmesine, ortalık gündüz gibi, ister öküzleri samanla geceleyin, ister dışarıdaki tuvaletine git. Çekive düğmesini sönsün. Çıra yakacağım diye uğraşacağına… Üstelik köyde henüz ondan başka kimsenin yoktu böyle bi fener. Bu alet geleli, eve çıra da getirmez olmuştu torun. Evin önünde eskiden çıra parçaladıkları yerlerde atılan küçük çıra parçalarını bulup buluşturup kullanıyordu nine Ali Gızı. İnat etti bu şeytan icadını kullanmayacaktı. Köyün alt tarafındaki tarlalarındaki evde, el fenerli, çıralı geceler gelip geçiyordu.
Günlerden bi gün akşamüzeri torun, köy kahvesine, kızı da komşuya gitmişti. O, sızıp kalmıştı köşede. Uyandığında alelacele tarladaki tuvalete gitmesi gerkiyordu... Ortalık zifiri karanlıktı. Sağa baktı, sola baktı, ufacık bi parça da olsa çıra aradı. Oyalandıkça sıkıştı, zamanı kalmadığının farkına vardığında. aklına evdeki “Şeytanın Çırası” dediği alet geldi. El yordamıyla buldu. Sağını solunu oynarken el feneri nur gibi aydınlattı evin içini.
“Eh be!” dedi içinden. “Şeytanınçırasını yaktık. Yakması da golaymış... ” Tuvaletten döndü, eve girdi. Torun ve kızı gelmeden bu şeytan işini karartmalıydı ki; kullanmam dediği aleti kullanmış olduğunu bilmesinler. Karanlıkta el yordamıyla yakmıştı. Şimdi sönmüyordu. El fenerinin her tarafını eliyle denedi. Fener, nuh diyor peygamber demiyordu. Bir ara yere çarpacak oldu. Elini kaldırdı tam atacakken gözüne evin ocağı ilişti. “Şimdi de sönme de göreyim seni” diyerek el fenerinin baş tarafını küle batırdı. “Körolasıca” dedi. “Söneceene taa fazla parladı!” Çırayı söndüren kül de iş görmemişti.. Aklına su geldi. Külde sönmezse Allahın suyu da mı tükenmiş, kül olmadığında çırayı suda söndürürlerdi ya…
Dışarıya koştu. Su dolu kovaya soktu feneri. Ortalık karardı, ama, Ali Gızı’nın içi aydınlandı. Şeytanın çırasını zor da olsa sonunda söndürmüştü. Feneri yerine koydu. Gitti, huzur içinde yattı yatağına.
Torun da meraklıydı, el feneri kullanmayı çok seviyordu. Kahveden gelir gelmez ufak bi iş bahane ederek eline aldı feneri. Düğmesine gitti eli, ama, düğme itilmişti. Acaba ben mi öyle bıraktım diye geçirdi aklından. Feneri elinde oynarken alt tarafından suların damladığını gördü. İlkin pillerin eridiğni sandı. Satıcı demişti; pilleri zamanında değiştirmezsen erir diye. Bi bakmak istedi. Alt kapağını açar açmaz içindeki su boşaldı. Torun anladı olanları. Ertesi gün gitti kasabadan yeni pil aldı. İyice kuruttuğu el fenerini tekrar çalıştırdı. Artık akşamları evden çıkarken feneri de yanında taşıyordu. Evi de çırasız bırakmadı ondan sonra. Ninesine hiç bişey demedi. Ninesi de ona demedi. Bu olanı da Torun, Ali Gızı rahmetli olduktan sonra anlattı sağda solda. Ninesini mahcup etmedi...
Pazar, Kasım 02, 2008
"CIĞILDIRIKLAR" (Ağostos Böcekleri)
Hem Turizm Olsun Hem Doğa
Yaz günlerinde bir ağaç altına öğle uykusuna uzandığımız zaman farkına varırdık onların. Sanki, bizi çabucak uyutmak için onlarcası birden başlardı hiç değişmeyen bir tempoyla ninni söylemeye. Onların cııığ, cııığ, cıığ diye kopardıkları yaygarayı duymadığımız zaman huzursuz olur uyuyamazdık. Seslerinin en çok çıktığı zamandır günün öğle saatleri... Gölgesinde uyumaya çalıştığınız ağaçta sanki yüzlercesi var sanırsınız. Aslında, ya on ya da on beşi geçmez orkestranın üye sayısı. Bazen, aynı anda birden bire, birkaç saniye için susar, hep bir ağızdan tekrar başlarlar cığıldamaya. Biz bu sevimli dostların çıkardıkları sese cırıltı bile demeyiz, sözcüğü biraz yumşatıp cığıltı dediğimizden bu orkestra elemanlarına da Datça ağzıyla “Cığıldırık” deriz . Bizce "Ağostos Böceği" onların sözlükdeki adıdır. Ağostos Böceği dememiz için sadece Ağostos ayında müzik yapmaları gerekirdi diye düşünürüz. Onlar, haziran ortalarından başlayarak eylül ortalarına kadar müzik yaptıklarına göre…
Çocukken onları ağaç gövdelerinde yakalar, kanatlarından tutar, yakından görmek isterdik. Bazı hoyrat ellerde kanatları kopar, uçamaz, ağaçtaki orkestra grubundan bir eleman eksik olurdu. Sadece birini elimize aldığımızda bir kaç saniye içinde çıkardığı ses, ağaçtaki bütün cığıldırıkların susmasına sebep olurdu. Büyüklerimiz, sanırım bu yüzden, devamlı bize: “Sakın ha, öldürmeyin, onlar payamlarımızın olgunlaşıp açılması, incirlerimizin, armutlarımızın çabucak yetişmesi için türkü çağırıyor.” derlerdi.
Nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama, bi yerde şöyle bir yazı okumuştum: “Eski Yunanda, hanımların, tıpkı bugün bizim kanarya beslememiz gibi, ufak kafeslerin içinde ağustos böceği beslemeleri ve ötüşlerinden zevklenmeleri âdetti.” diyordu yazı.
Sözün kısası, o günlerde cığıldırıklardan bi’ yakınmamız, onların da bizden pek bi’ şikayeti yoktu. Turizm denen hareketle Ege’yi ve Akdeniz’i etkisi altına alan göç, sanırım, doğanın bu sevimli ağaç şarkıcılarını da etkiledi. Veya etkilemek üzere.
Ağostos ayının en sıcak günlerinden biriydi. Datça’daki bir pansiyonda kalmakta olan dostlarımı görmeye gitmiştim. Etrafımızdaki dut ve payam ağaçlarını mesken tutmuş “Ağaç şarkıcıları,” coşmuşlar, ağaçların gölgesinde oturan misafirler için gönüllü müzik yapmaktaydılar. İşletmeci arkadaş içeriden elinde çocukların oyuncak olarak kullandığından biraz daha farklı, su tabancasıyla fırladı dışarı. Ağacın altında durup yukarıya, ağaca su fışkırtmaya başladı. O ağaçtaki orkestranın sesi anında kesildi. Sonra bir ağaç daha, daha sonra son ağaç... Doğa susmuş gibi geldi bana. Veya susturulmuş gibi... Aynı mekanda kahvaltı yapan diğer gezginlerde sessizleşti bu müdahale karşısında… Ama, kimse sesini çıkarmadı.
********
.
Aradan ya on ya da on beş gün geçmişti. Palamut bükünde bizim Semra’nın “Le Jarden de Semra” adlı kafetaryasındaydık. Bahçedeki kocaman dut ağacı adeta konservatuara dönüşmüştü. Çığıldırıkların sesi artık senkroze olmuş marş söylüyorlarmış gibiydi.
Datça’daki ilginç cığıldırık susturma olayını hatırladım ve Semra’ya sordum:
“Şikayet eden gezgin olmuyor mu bu orkestradan?”
“Bazen, arasıra oluyor tabii…”
“peki, ne yapıyorsun o zaman bunları susturmak için?”
“Valla Nihat Abi, ben, uzun bir deney sonunda buldum bunları susturmanın yöntemini. Yöntemimden hem misafirler memnun, hem benim cığıldırıklarım, hem de ben…”
“Senin yöntemin ne? Yoksa sen de mi su sıkıyorsun ağaca?
“Yok, yok! Bi dakka bekle.” deyip içeri koştu.
Semra yanımıza gelmeden kafeteryayı Çeykovski’nin keman konçertosu sardı sarmaladı. Biz, keman konçertosuna kulaklarımızı vermişken farkına bile varamadık, ağaç şarkıcılarının susup keman konçertosunu dinlediklerinin…
Semra yanımıza oturuken:
“İşte en son, en pratik bulduğum yöntem, dedi.
İki gün sonra Mesudiye’deki köy evimin bahçesindeki cığıldırıkları susturmak için denedim bu yöntemi. Ufak bir farkla; bende Çeykovski’nin keman konçertosu yoktu. Vivaldi’nin Dört Mevsimi de aynı işi gördü…
Yaz günlerinde bir ağaç altına öğle uykusuna uzandığımız zaman farkına varırdık onların. Sanki, bizi çabucak uyutmak için onlarcası birden başlardı hiç değişmeyen bir tempoyla ninni söylemeye. Onların cııığ, cııığ, cıığ diye kopardıkları yaygarayı duymadığımız zaman huzursuz olur uyuyamazdık. Seslerinin en çok çıktığı zamandır günün öğle saatleri... Gölgesinde uyumaya çalıştığınız ağaçta sanki yüzlercesi var sanırsınız. Aslında, ya on ya da on beşi geçmez orkestranın üye sayısı. Bazen, aynı anda birden bire, birkaç saniye için susar, hep bir ağızdan tekrar başlarlar cığıldamaya. Biz bu sevimli dostların çıkardıkları sese cırıltı bile demeyiz, sözcüğü biraz yumşatıp cığıltı dediğimizden bu orkestra elemanlarına da Datça ağzıyla “Cığıldırık” deriz . Bizce "Ağostos Böceği" onların sözlükdeki adıdır. Ağostos Böceği dememiz için sadece Ağostos ayında müzik yapmaları gerekirdi diye düşünürüz. Onlar, haziran ortalarından başlayarak eylül ortalarına kadar müzik yaptıklarına göre…
Çocukken onları ağaç gövdelerinde yakalar, kanatlarından tutar, yakından görmek isterdik. Bazı hoyrat ellerde kanatları kopar, uçamaz, ağaçtaki orkestra grubundan bir eleman eksik olurdu. Sadece birini elimize aldığımızda bir kaç saniye içinde çıkardığı ses, ağaçtaki bütün cığıldırıkların susmasına sebep olurdu. Büyüklerimiz, sanırım bu yüzden, devamlı bize: “Sakın ha, öldürmeyin, onlar payamlarımızın olgunlaşıp açılması, incirlerimizin, armutlarımızın çabucak yetişmesi için türkü çağırıyor.” derlerdi.
Nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama, bi yerde şöyle bir yazı okumuştum: “Eski Yunanda, hanımların, tıpkı bugün bizim kanarya beslememiz gibi, ufak kafeslerin içinde ağustos böceği beslemeleri ve ötüşlerinden zevklenmeleri âdetti.” diyordu yazı.
Sözün kısası, o günlerde cığıldırıklardan bi’ yakınmamız, onların da bizden pek bi’ şikayeti yoktu. Turizm denen hareketle Ege’yi ve Akdeniz’i etkisi altına alan göç, sanırım, doğanın bu sevimli ağaç şarkıcılarını da etkiledi. Veya etkilemek üzere.
Ağostos ayının en sıcak günlerinden biriydi. Datça’daki bir pansiyonda kalmakta olan dostlarımı görmeye gitmiştim. Etrafımızdaki dut ve payam ağaçlarını mesken tutmuş “Ağaç şarkıcıları,” coşmuşlar, ağaçların gölgesinde oturan misafirler için gönüllü müzik yapmaktaydılar. İşletmeci arkadaş içeriden elinde çocukların oyuncak olarak kullandığından biraz daha farklı, su tabancasıyla fırladı dışarı. Ağacın altında durup yukarıya, ağaca su fışkırtmaya başladı. O ağaçtaki orkestranın sesi anında kesildi. Sonra bir ağaç daha, daha sonra son ağaç... Doğa susmuş gibi geldi bana. Veya susturulmuş gibi... Aynı mekanda kahvaltı yapan diğer gezginlerde sessizleşti bu müdahale karşısında… Ama, kimse sesini çıkarmadı.
********
.
Aradan ya on ya da on beş gün geçmişti. Palamut bükünde bizim Semra’nın “Le Jarden de Semra” adlı kafetaryasındaydık. Bahçedeki kocaman dut ağacı adeta konservatuara dönüşmüştü. Çığıldırıkların sesi artık senkroze olmuş marş söylüyorlarmış gibiydi.
Datça’daki ilginç cığıldırık susturma olayını hatırladım ve Semra’ya sordum:
“Şikayet eden gezgin olmuyor mu bu orkestradan?”
“Bazen, arasıra oluyor tabii…”
“peki, ne yapıyorsun o zaman bunları susturmak için?”
“Valla Nihat Abi, ben, uzun bir deney sonunda buldum bunları susturmanın yöntemini. Yöntemimden hem misafirler memnun, hem benim cığıldırıklarım, hem de ben…”
“Senin yöntemin ne? Yoksa sen de mi su sıkıyorsun ağaca?
“Yok, yok! Bi dakka bekle.” deyip içeri koştu.
Semra yanımıza gelmeden kafeteryayı Çeykovski’nin keman konçertosu sardı sarmaladı. Biz, keman konçertosuna kulaklarımızı vermişken farkına bile varamadık, ağaç şarkıcılarının susup keman konçertosunu dinlediklerinin…
Semra yanımıza oturuken:
“İşte en son, en pratik bulduğum yöntem, dedi.
İki gün sonra Mesudiye’deki köy evimin bahçesindeki cığıldırıkları susturmak için denedim bu yöntemi. Ufak bir farkla; bende Çeykovski’nin keman konçertosu yoktu. Vivaldi’nin Dört Mevsimi de aynı işi gördü…
Perşembe, Ekim 30, 2008
DATÇA'DA CUMHURİYETİN 85. YILI KUTLAMALARI
CUMHURİYETİMİZİN 85.YILI DATÇA'DA BİR ÇOK ETKİNLİKLERLE KUTLANIRKEN
29 EKİM AKŞAMI YENİDEN DÜZENLENEN CUMHURİYET MEYDANINDA İLK KEZ BÖYLE KUTLANDI
29 EKİM AKŞAMI YENİDEN DÜZENLENEN CUMHURİYET MEYDANINDA İLK KEZ BÖYLE KUTLANDI
geçtiğimiz günlerde yapılan bir yarışmada birincilik ödülü almıştı.
Datça Belediyesi tarafından yaptırılan bu meydanda ilk kez bir bayram kutlaması yapıldı.
Salı, Ekim 28, 2008
Cumartesi, Ekim 18, 2008
Datça'da Genç Bir Edebiyatçı
S. Aylin, Zeytincik Köyü'ndeki yerel edebiyatçılarımızla. Fatmana'nın biri sohbet ederken, diğer Fatmana resim almaya çalışıyor.
Süreyya Aylin Antmen, Datça'nın sonbahar tatilcilerinden biriydi. Sonbaharın kendini iyice hissettirdiği bir zamanda tercih ettiği tatil, umarım onu mutlu etmiştir. Şansına, bir iki gün hariç, havalar iyiydi. Bu bir çaybahçesi buluşması. Yer: "Melisa Çay Bahçesi"
Datça'ya gelip de Zeytincik Köyü'ndeki Fatmanalar'ı ziyaret etmemek olmaz. Ama gittiğimizde Fatmanalar'ın hepsi orada değildi. Fatmana'nın evinde Fatmanalar'ı ziyaret. Muhabbet bir sevgi yumağı gibi...
Cuma, Ekim 17, 2008
KİM ÖLECEK KİM KALACAK
Nazım Hikmet'in Bursa Cezaevi'nde tutsaklık günleri... Koğuş arkadaşlarını okumaya yazmaya yönlendiren Nazım, aynı zamanda cezaevi yönetimine de yardım etmektedir. Cezaevi denetimine Adalet Bakanlığı'ndan bir müfettiş gelir. Birkaç gün denetim yaptıktan sonra müdüre:
- Nazım da buradaymış, çağır da görelim nasıl biridir? der.
Nazım'ı odaya getirirler. Müdür koltuğuna iyice kurulan müfettiş, Nazım'ı tepeden tırnağa süzer ve:
-Demek Nazım sizsiniz, der.Nazım'a oturması için yer göstermez.Kısa bir konuşma sonrası, gidebilirsiniz, der.Nazım tam kapıdan çıkarken durur ve müfettişe:
-Ömer Hayyam adını duydunuz mu? diye sorar. Müfettiş hemen atılır:
-Kim duymaz Hayyam'ı.
Nazım:
-Hayyam zamanında İran hükümdarı kimdi? diye sorar. Müfettiş şaşırır. Nazım konuşmasını sürdürür, "görüyorsunuz sanatçıyı anımsadınız ama hükümdarı anımsamadınız. Yıllar sonra beni dünya anımsayacak ama, dönemin Adalet Bakanı'nı ve sizi kimse anımsamayacak," der çıkar.
Müfettiş yaptığı yanlışı anlar, Nazım'ı geri çağırır ama, Nazım koğuşunun yolunu tutmuştur...
Sahi, o dönemin Adalet Bakanı kimdi?
***
Hükümdarlar, bakanlar,bürokratlar ve savcıların da isimleri nasıl unutuluyorsa,
Nazım Hikmet'lerin, Fazıl Hüsnü Dağlarca'ların ve nicelerinin isimleri hep var olacaktır.
Kalin saglicakla...
Sayın Dr. Aytekin Ertuğrul'un anısından.
- Nazım da buradaymış, çağır da görelim nasıl biridir? der.
Nazım'ı odaya getirirler. Müdür koltuğuna iyice kurulan müfettiş, Nazım'ı tepeden tırnağa süzer ve:
-Demek Nazım sizsiniz, der.Nazım'a oturması için yer göstermez.Kısa bir konuşma sonrası, gidebilirsiniz, der.Nazım tam kapıdan çıkarken durur ve müfettişe:
-Ömer Hayyam adını duydunuz mu? diye sorar. Müfettiş hemen atılır:
-Kim duymaz Hayyam'ı.
Nazım:
-Hayyam zamanında İran hükümdarı kimdi? diye sorar. Müfettiş şaşırır. Nazım konuşmasını sürdürür, "görüyorsunuz sanatçıyı anımsadınız ama hükümdarı anımsamadınız. Yıllar sonra beni dünya anımsayacak ama, dönemin Adalet Bakanı'nı ve sizi kimse anımsamayacak," der çıkar.
Müfettiş yaptığı yanlışı anlar, Nazım'ı geri çağırır ama, Nazım koğuşunun yolunu tutmuştur...
Sahi, o dönemin Adalet Bakanı kimdi?
***
Hükümdarlar, bakanlar,bürokratlar ve savcıların da isimleri nasıl unutuluyorsa,
Nazım Hikmet'lerin, Fazıl Hüsnü Dağlarca'ların ve nicelerinin isimleri hep var olacaktır.
Kalin saglicakla...
Sayın Dr. Aytekin Ertuğrul'un anısından.
Perşembe, Ekim 16, 2008
Kaybettiğimiz değerin ardından
MUSTAFA KEMAL' İN KAĞNISI
Yediyordu Elif kağnısını
Kara geceden geceden
Sanki elif elif uzuyordu inceliyordu
Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar
İnliyordu dağın ardı yasla
Herbir heceden heceden
Mustafa Kemal'in Kağnısı derdi kağnısına
Mermi taşırdı öteye, dağ taş aşardı
Çabuk giderdi, çok götürürdü Elifcik
Nam salmıştı asker içinde
Bu kez herkesten evvel almıştı yükünü
Doğrulmuştu yola, önceden önceden
Öküzleriyle kardeş gibiydi Elif,
Yemezdi, içmezdi, yemeden içmeden onlar
Kocabaş çok ihtiyardı çok zayıftı
Mahzundu bütün Sarıkız, yanısıra
Gecenin ulu ağırlığına karşı,
Hafiftiler, inceden inceden
İriydi Elif kuvvetliydi kağnı başında
Elma elmaydı yanakları, üzüm üzümdü gözleri
Kınalı ellerinden rüzgar geçerdi daim
Toprak gülümserdi çarıklı ayaklarına
Alını yeşilini kapmıştı, geçirmişti
Niceden niceden
Durdu birdenbire Kocabaş, ova bayır durdu.
Nazar mı değdi göklerden, ne?
Dah etti, yok. Dahha! dedi, gitmez.
Ta gerilerden başka kağnılar yetişti geçti gıcır gıcır
Nasıl durur Mustafa Kemal'in Kağnısı
Kahroldu Elifcik, düşünceden düşünceden
Aman Kocabaş, ayağını öpeyim Kocabaş,
Vur beni, öldür beni, koma yollarda beni.
Geçer, götürür ana çocuk mermisini askerciğin
Koma yollarda beni, kulun köpeğin olayım
Bak hele üzerimden ses seda uzaklaşır
Düşerim gerilere iyceden iyceden
Kocabaş yığıldı çamura
Büyüdü gözleri büyüdü, yürek kadar
Örtüldü gözleri örtüldü hep
Kalır mı Mustafa Kemal'in Kağnısı bacım
Kocabaşın yerine koştu kendini Elifcik
Yürüdü düşman üstüne yüceden yüceden.
--------------------FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA
Yediyordu Elif kağnısını
Kara geceden geceden
Sanki elif elif uzuyordu inceliyordu
Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar
İnliyordu dağın ardı yasla
Herbir heceden heceden
Mustafa Kemal'in Kağnısı derdi kağnısına
Mermi taşırdı öteye, dağ taş aşardı
Çabuk giderdi, çok götürürdü Elifcik
Nam salmıştı asker içinde
Bu kez herkesten evvel almıştı yükünü
Doğrulmuştu yola, önceden önceden
Öküzleriyle kardeş gibiydi Elif,
Yemezdi, içmezdi, yemeden içmeden onlar
Kocabaş çok ihtiyardı çok zayıftı
Mahzundu bütün Sarıkız, yanısıra
Gecenin ulu ağırlığına karşı,
Hafiftiler, inceden inceden
İriydi Elif kuvvetliydi kağnı başında
Elma elmaydı yanakları, üzüm üzümdü gözleri
Kınalı ellerinden rüzgar geçerdi daim
Toprak gülümserdi çarıklı ayaklarına
Alını yeşilini kapmıştı, geçirmişti
Niceden niceden
Durdu birdenbire Kocabaş, ova bayır durdu.
Nazar mı değdi göklerden, ne?
Dah etti, yok. Dahha! dedi, gitmez.
Ta gerilerden başka kağnılar yetişti geçti gıcır gıcır
Nasıl durur Mustafa Kemal'in Kağnısı
Kahroldu Elifcik, düşünceden düşünceden
Aman Kocabaş, ayağını öpeyim Kocabaş,
Vur beni, öldür beni, koma yollarda beni.
Geçer, götürür ana çocuk mermisini askerciğin
Koma yollarda beni, kulun köpeğin olayım
Bak hele üzerimden ses seda uzaklaşır
Düşerim gerilere iyceden iyceden
Kocabaş yığıldı çamura
Büyüdü gözleri büyüdü, yürek kadar
Örtüldü gözleri örtüldü hep
Kalır mı Mustafa Kemal'in Kağnısı bacım
Kocabaşın yerine koştu kendini Elifcik
Yürüdü düşman üstüne yüceden yüceden.
--------------------FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA
Çarşamba, Ekim 08, 2008
YENİDEN İMECE- Eylül 2008 Sayısı
Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği'nin üç ayda bir yayımlanan dergisi Yeniden İmece.
Datça'da yaşayan "Yeniden İmece Dergisi" okuyucularına duyurulur. Derginin Eylül sayısı geldi.
Satın almak isteyenler bana şu telefondan ulaşabilirler: 0542 741 7599
Derginin arka kapağı Bedri Rahmi'nin bir şiiriyle süslenmiş. Bu yüzden burada arka kapağını görüyoruz. Şiiri okumak için resmi tıklayınız.
Datça'da yaşayan "Yeniden İmece Dergisi" okuyucularına duyurulur. Derginin Eylül sayısı geldi.
Satın almak isteyenler bana şu telefondan ulaşabilirler: 0542 741 7599
Derginin arka kapağı Bedri Rahmi'nin bir şiiriyle süslenmiş. Bu yüzden burada arka kapağını görüyoruz. Şiiri okumak için resmi tıklayınız.
Cumartesi, Ekim 04, 2008
"FATMA DEYZE"
"Datça'da Zaman"ı okuyanlar hatırlarlar. Hani "Bilgisayar ve İmine Deyze" öyküsündeki İmine Deyze'nin komşusu "Fatma Deyze." Eczaneden ilacını alamayan komşusuna: "Sen de gafanı gullan, evindeki habları bene bırak da öyle git eczaneye, evinde hap olmayınca neyi sayacak o şeytan aleti" diyen Fatma Deyze. O akılı verdiğinde 98'i devirmişti. Bu yıl 101'i deviriyor.
Yüzünde gülümseme hiç eksik değil. Kendi evinde yaşıyor, kendi işlerini görüyor. Özgür...
Yüzünde gülümseme hiç eksik değil. Kendi evinde yaşıyor, kendi işlerini görüyor. Özgür...
Fatma Deyze'nin yazlık mutfağında sohbet ediyoruz. Konu tabii ki eski günler. İpek böcekçiliği yaptıkları, her evin mutlaka tütün diktiği yıllardan, savaş yıllarından konuşuyoruz. Eski Datça'da Türkler'le Rumlar'ın bir arada yaşadıkları yıllardan...
Fatma Teyze'nin eski sistemden vazgeçmeye hiç niyeti yok. Ne olur ne olmaz, sular her an kesiliverir. Küpünde su hazır olmalı. Küp de öyle kahverengi yüzüyle bakmamalı avluya, eskiden olduğu gibi yüzü badanayla ağartılmalı...
Fatma Teyze'nin eski sistemden vazgeçmeye hiç niyeti yok. Ne olur ne olmaz, sular her an kesiliverir. Küpünde su hazır olmalı. Küp de öyle kahverengi yüzüyle bakmamalı avluya, eskiden olduğu gibi yüzü badanayla ağartılmalı...
Bir çok kadın çeyiz sandıklarını ya satmış ya da yağmurun altına bırakarak çürütmüş. Fatma Teyze'ninki gelin olduğu günkü gibi duruyor. Annesinin de çeyiz sandığı olduğuna göre 120 senelik... Fatma Deyze, gerçekten bir yerel tarih; pırıl pırıl hatıralarıyla, eşyalarıyla ve yaşam tarzıyla. Karşında saygı ve sevgiyle eğilmemek mümkün değil. Sen daha çok çok yaşa Fatma Deyze, E mi?...
Cuma, Ekim 03, 2008
"Önce yalnızdım, karanlıktı her şey. Sonra gride buldum kendimi.
Gözüken bir şeyler vardı; kesif bir tutku, sonsuz bir bilinmezlik…
Geceler boyunca kötü rüyalar gördüm. Bir sabah eski bir kıyı kasabasında uyandım. Kekik kokulu dağlarda dolaştım günlerce. Bulutları izledim geçip giden… Kızıl çam ormanlarında kayboldum.
Yeşil: İnsanı rahatlatan tarifsiz güzellik… Yeşil oldum. Tarifsizdim, güzeldim, ama eksik…
Günbatımına yakın turuncu oldum ve giden gün ile eflatun…
Yıldızlar, galaksiler bozdu siyahın sihrini. Gözlerimi kapadım, yıllar boyunca da açmadım. Siyah oldum, küstüm…
Ve bir gün yıllar sonra, maviye açtım gözlerimi. Bir sonraki gün ve diğerinde de… Öptüm öptüm kokladım. Mavim diğer yarım benim." (Kitabın ilk sayfasından alındı.)
Araya giren bir sürü etkinliklerden sonra bayramın da araya sıkışmasıyla yeni bitirdim Alim Erginoğlu’nun kitabını okumayı; “Bir Türk, Bir İngiliz ve Üç Kuruşluk Dünya.”
Kitap 512 sayfa.
MB Yayınevi’nden 2007 yılında çıkmış.
Kitabın ilk yetmiş beş sayfasında yazar Alim Erginoğlu, genç yaşta yakalandığı korkunç hastalığı nasıl yendiğini duru bir dille anlatıyor. Hastalıkla savaşını anlatırken bir insanı daha tanıyorsunuz; onun yanıbaşında, ona bütün gücüyle destek olan eşi Rachel’i.
Yetmiş beşinci sayfaya kadar olan kısmın Datça’da yazıldığı günü gününe belirtilmiş olduğundan, bu kitabı da kısmen “Datçalı Kitaplar” arasına koyacağız. Alim ile yüz yüze görüştüğümde kendisinin de bir Datça aşığı olduğunu anlamıştım. Kitabından ve bloğundan (http://www.alimrachel.blogspot.com/) da anlaşılıyor zaten.
Yetmiş beşinci sayfadan sonra Alim ve Rachel çiftiyle uzunca bir uzak doğu gezisine çıkıyorsunuz.
Kitap hakkında daha fazla bilgi edinmek ve kitabı nerelerde bulabileceklerini öğrenmek isteyenler Google’a kitabın adını yazarak girebilirler.
Gözüken bir şeyler vardı; kesif bir tutku, sonsuz bir bilinmezlik…
Geceler boyunca kötü rüyalar gördüm. Bir sabah eski bir kıyı kasabasında uyandım. Kekik kokulu dağlarda dolaştım günlerce. Bulutları izledim geçip giden… Kızıl çam ormanlarında kayboldum.
Yeşil: İnsanı rahatlatan tarifsiz güzellik… Yeşil oldum. Tarifsizdim, güzeldim, ama eksik…
Günbatımına yakın turuncu oldum ve giden gün ile eflatun…
Yıldızlar, galaksiler bozdu siyahın sihrini. Gözlerimi kapadım, yıllar boyunca da açmadım. Siyah oldum, küstüm…
Ve bir gün yıllar sonra, maviye açtım gözlerimi. Bir sonraki gün ve diğerinde de… Öptüm öptüm kokladım. Mavim diğer yarım benim." (Kitabın ilk sayfasından alındı.)
Araya giren bir sürü etkinliklerden sonra bayramın da araya sıkışmasıyla yeni bitirdim Alim Erginoğlu’nun kitabını okumayı; “Bir Türk, Bir İngiliz ve Üç Kuruşluk Dünya.”
Kitap 512 sayfa.
MB Yayınevi’nden 2007 yılında çıkmış.
Kitabın ilk yetmiş beş sayfasında yazar Alim Erginoğlu, genç yaşta yakalandığı korkunç hastalığı nasıl yendiğini duru bir dille anlatıyor. Hastalıkla savaşını anlatırken bir insanı daha tanıyorsunuz; onun yanıbaşında, ona bütün gücüyle destek olan eşi Rachel’i.
Yetmiş beşinci sayfaya kadar olan kısmın Datça’da yazıldığı günü gününe belirtilmiş olduğundan, bu kitabı da kısmen “Datçalı Kitaplar” arasına koyacağız. Alim ile yüz yüze görüştüğümde kendisinin de bir Datça aşığı olduğunu anlamıştım. Kitabından ve bloğundan (http://www.alimrachel.blogspot.com/) da anlaşılıyor zaten.
Yetmiş beşinci sayfadan sonra Alim ve Rachel çiftiyle uzunca bir uzak doğu gezisine çıkıyorsunuz.
Kitap hakkında daha fazla bilgi edinmek ve kitabı nerelerde bulabileceklerini öğrenmek isteyenler Google’a kitabın adını yazarak girebilirler.
Salı, Eylül 30, 2008
Perşembe, Eylül 25, 2008
FENER MESELESİ
Pazar yerindeki çaycı büfesinin önündeki boş taburelerden birine, yerel arkadaşların sohbetini dinlemek için oturmuştum. Sohbet günün olayı olan meşhur FENER üzerineymiş. Tam karşımda oturmakta olan tanış bir arkadaş, çay ısmarlamak için,“Ne alırsın, Nihat?” diye sorduktan sonra devam etti:
-Sen, gazete okuyan, az çok siyasete gulak veren birisin, şu fener konusunu deyivesene bene; hangi feneri gaçırmışla Alamanya’ya? Nasıl sökük götümüşle goca feneri? diye sorduğunda
Arkadaşımın kulakları ağır işittiğinden ötürü, dilim döndüğünce, bağıra bağıra anlattım FENER’in özetini..
Bu kez de tam anlayamadı ya!
-Ne ilgisi va senin anlattığınla denizdeki fenerin? dedi…
Bi kez daha anlatmayı denemedim.
-Sen, gazete okuyan, az çok siyasete gulak veren birisin, şu fener konusunu deyivesene bene; hangi feneri gaçırmışla Alamanya’ya? Nasıl sökük götümüşle goca feneri? diye sorduğunda
Arkadaşımın kulakları ağır işittiğinden ötürü, dilim döndüğünce, bağıra bağıra anlattım FENER’in özetini..
Bu kez de tam anlayamadı ya!
-Ne ilgisi va senin anlattığınla denizdeki fenerin? dedi…
Bi kez daha anlatmayı denemedim.
Çarşamba, Eylül 24, 2008
ILICA SU DEĞİRMENİ'NDE İLK ETKİNLİK
Datça limanındaki Ilıca Su Değirmeni'nin restoresyonu bitti. Datça Belediyesi tarafından restore edilip çalışır hale getirilen değirmen ve bitişiğindeki değirmenci evi, Datça Yerel Tarih Derneği tarafından Sergi evi olarak kullanılacak. Sergi Evi olarak açılışı ilerideki bir tarihe ertelenen değirmende Yerel Tarih Derneği'nin Cumartesi günü bir etkinliği var.
Derneğimiz yerel tarih ve kültürümüzü çeşitli etkinliklerle öğrenmek, paylaşmak ve aktarmak amacında. Değirmendeki ilk etkinliğimizde Datça'da olan herkesi aramızda görmekten mutluluk duyacağız.
DATÇA YEREL TARİH DERNEĞİ
Program:
1-Değirmeni ziyaret
2-Değirmenin tarihi konulu sohbet (Nihat Akkaraca, Ergin Bircan, Selma Ünal)
3-Nihat Akkaraca ile söyleşi ve "Datça'da zaman" adlı kitabın imza töreni
Tarih: 27 Eylül 2008
Saat. 15.30
Yer: Ilıca Su Değirmeni
Derneğimiz yerel tarih ve kültürümüzü çeşitli etkinliklerle öğrenmek, paylaşmak ve aktarmak amacında. Değirmendeki ilk etkinliğimizde Datça'da olan herkesi aramızda görmekten mutluluk duyacağız.
DATÇA YEREL TARİH DERNEĞİ
Program:
1-Değirmeni ziyaret
2-Değirmenin tarihi konulu sohbet (Nihat Akkaraca, Ergin Bircan, Selma Ünal)
3-Nihat Akkaraca ile söyleşi ve "Datça'da zaman" adlı kitabın imza töreni
Tarih: 27 Eylül 2008
Saat. 15.30
Yer: Ilıca Su Değirmeni
Cumartesi, Eylül 20, 2008
"Datça'da Zaman" The Symi Visitor Gazetesinde
Perşembe, Eylül 04, 2008
DATÇA-KNİDOS 2.NCİ ULUSLARARASI HALK DANSLARI YARIŞMASI
"Datça-Knidos 2.nci Uluslararası Halk Dansları" yarışması Dünya Barış Günü Kutlamalarının hemen arkasından, 2 Eylül Salı günü başladı. Kortej tam bizim evin önünden başlıyor her yıl. Soldaki resmin sol tarafındaki büyük kauçuk ve begonvil ağacının arasında kalan ev bizim ev.
Son yıllarda bu festivali balkondan seyretme şansımız doğdu. Kortejin en başında Milas'ın Dibekdere Köyü'nden gelen müzisyenlerimizi görüyorsunuz. Sağda Sırbıstan grubu.
Ruslar oldukça rahat hareketleriyle, etrafa gönderdikleri gülücükleriyle yol kenarındaki izleyicilere sempati dağıtıyorlar.
Romenler
giysileriyle, Sierra Leonalılar özellikleriyle (multıcolor) bir kortej görüntüsü yarattılar.
.
Cumhuriyet Meydanı'nda yapılan halk dansları gösterilerinden sonra bütün gruplar bir araya gelerek resim meraklılarına poz verdiler.Gösteriler 7 Eylüle kadar devam edecek.
Program:
4 Eylül Perşembe
17.30: Polonya-Yakutistan KNİDOS'ta
18.30: Yakutistan Palamutbükü'nde
18.30: Polonya Hayıtbükü'nde
17.30. Sırbıstan-Romanya EMECİK'te
18.30: Romanya-Sırbıstan KIZLAN'da
21.30 Afrika-Rusya Amfitiyatroda
5 Eylül Cuma
17.30 Sırbıstan-Romanya Knidos
17.30 Afrika-Rusya HIZIRŞAH'ta
21.30 Polonya-Yakutistan Amfitiyatroda
6 Eylül Cumartesi
17.30 Afrika-Rusya KNİDOS'ta
17.30 Polonya Reşadiye
17.30 Yakutistan ESKİ DATCA
21.30 Sırbistan-Romanya Amfitiyatro
İyi eğlenceler...
1 EYLÜL DÜNYA BARIŞ GÜNÜ
Üç gün süren "Datça'da Uluslararası şiir buluşması"nın hemen ardından,
1 Eylül Dünya Barış Günü Ege'nin mavi sularında atılan kulaçlarla böyle kutlandı.
(Neredeyse Symi Adası önlerindeyiz)
Sabahın erken saatlerinde Symi'den ve Datça'dan suya atlayan yüzücüler, beş saat yüzerek iki yakanın ortalarında buluştular.
Bu buluşmayı izlemek için biz de teknelerle buluşma yerine gittik
Buluşma anı Türk ve Yunan bayraklarıyla böyle kutlandı.
Aynı akşam Datça'dan çok küçük bir grup protokol olarak Symi'ye gidip akşam etkinliğine katıldı. Vize sorunu yüzünden fazla insan bizim taraftan gidemedi.
2 Eylül akşamı bir tekne dolusu Symili Datça'ya gelerek, amfitiyatroda Fuat Saka'nın müziği eşliğinde muhteşem bir kutlama yaptılar.
Salı, Eylül 02, 2008
Çarşamba, Ağustos 27, 2008
"Mutfaklardan Taşan Öyküler"i baştan sona okumaktayım. Okumakta değil, adeta yemekteyim kitabı. Daha önce yaz aylarının koşuşturmasıyla şöyle bi göz atmıştım. Büyük bir özen ve özveriyle derlenmiş yemek ve mutfak öyküleri.
Ellerine ve aklına sağlık Tijen İneltong... Yazmakta olduğun kitabı da dört gözle bekliyoruz.
Ellerine ve aklına sağlık Tijen İneltong... Yazmakta olduğun kitabı da dört gözle bekliyoruz.
Salı, Ağustos 26, 2008
Pazar, Ağustos 17, 2008
MAVİLİMON DATÇA'DAYDI
Bloglararası bir buluşma: Mavilimon, Breezybead, Nihat Akkaraca...
İki yıldır bloğundaki gezi yazılarından bildiğimiz Mavilimon yazarı Ayşegül'e, bahçemizdeki yeşil limondan limonata sunduğumuz, yüz yüze, hem de sevgilisiyle beraber tanıdığımız an. Hiç bitmesini istemediğimiz tatlı bir sohbet. Ne yazık ki -Datça tatillerinin son günü olduğundan-iki saatlik bir zamanın iki dakikaymış gibi geçip gitmesi.
Tekrar görüşmek üzere Ayşegül ve Behçet Bey...
İki yıldır bloğundaki gezi yazılarından bildiğimiz Mavilimon yazarı Ayşegül'e, bahçemizdeki yeşil limondan limonata sunduğumuz, yüz yüze, hem de sevgilisiyle beraber tanıdığımız an. Hiç bitmesini istemediğimiz tatlı bir sohbet. Ne yazık ki -Datça tatillerinin son günü olduğundan-iki saatlik bir zamanın iki dakikaymış gibi geçip gitmesi.
Tekrar görüşmek üzere Ayşegül ve Behçet Bey...
Cuma, Temmuz 18, 2008
Perşembe, Temmuz 17, 2008
BİR DERGİ, BİR RESİM, BİR YAZI
Çarşamba, Temmuz 16, 2008
Alâkasız Benzetme
Denizin kenarındaki masaya oturmuşlar ama, denizin farkında değillerdi. Yoksa denize sırtları dönük oturmazlardı.. Hergün deniz kıyısındaki çay bahçelerinde oturduklarından çaylarını yudumlarken denize doğru bakmanın bi önemi yoktu. İkisi Datça’nın yerlisi, biri de yıllardır Datça’da yaşadığından yerlisi gibiydi artık. Günaydın diye seslenişime, buyur otur, diye cevap verdiler. Fazla zamanım yoktu, ama kısa zaman için de olsa oturmak istedim.
Datçalı M. Ali Dükali anlatıyor, Sami Acar dinliyordu. Benim ise gözüm önümdeki gazetede, kulağım Dükali’nin anlattıklarındaydı. Biz Datçalılar’ın çoğunun bir kulağı ağır işitir veya hiç işitmez. Bunu araştıran bazı tıp adamları Datça’da çok esen poyraz rüzgarını sebep olarak göstermişler. Olabilir...
M. Ali Dükali’nin anlattıklarına ara ara kulak kabartınca şu kadarını anladım:
İstanbul’da oturan birinin başına gelenler kul başına gelmemiliymiş. Biri altı yaşında diğeri dört yaşında iki çocuğu olan bu adamın bi de çok iyi yürekli(!), uzun süre istanbulda yaşadığından Türkçe’yi neredeyse bizim gibi konuşan Bengladeşli bi de komşusu varmış. Fakat ne yazık ki evleneli epey zaman olmasına karşın bu Bengladeşli'nin çocukları olmuyormuş.
Çocuğu olmayan Bengladeşli bi gün biri altı yaşında kız, diğeri dört yaşında oğlan çocukları olan bu aileyi ziyaret ederek önemli bişey konuşacağını söylemiş. Bizimkiler Bengladeşli’yi can kulağıyla dinleyip isteğini memnuniyetle kabul etmişler.
İsteği şuymuş:
Adamın iki gün önce gördüğü rüyasında ak sakallı bi ermiş karşısına çıkıp konuşmuş:
“Benim dediklerimi yapmadığın müddetçe çocuk sahibi olamayacaksın.”demiş. Daha önceleri de birkaç kez rüyasında karşısına çıkıp aynı şeyleri söylemişmiş o ermiş.
Ermişin Bengladeşli’ye söyledikleri:
“Çocuğum olmuyor diye bekleyeceğine, komşunun altı yaşındaki kızı Elif’i yanına al, bir umre ziyareti yap. Ondan sonra bak gör Allah sana kaç tane çocuk verecek.. Hem komşunun kızı da çocuk yaşında yarı hacı olmuş olacak, Kâbe’yi görmüş olacak…”.
Altı yaşındaki Elif’in babasının aklı bu işe yatmış. Olur deyivermiş. Nasıl olsa kızının gideceği yerde hiç bi kötülük yokmuş. Ne disko ne de plaj. Sadece ahlâklı insanların kol gezdiği bir yer… diye düşünmüş baba.
Zamanı gelince Elif’i katmışlar çocuğu olmayan, iyi kalpli, iyilik sever, Bengladeşli ailenin yanına. Havaalanından uğurlamışlar. Uğurlayış o uğurlayış; ne iyi kalpli Bengladeşli komşuları ne de Elif’leri geri gelmiş bir daha. Olay bu…
M.Ali Dükali anlatısını bitirdiğinde derin bi sessizlik oldu. Ardından Sami Acar konuştu:
“Kızı umreye götüren bankacıyı neden bulamamışlar? Türkiye’deki bankaların hepsine sorsalardı ya!” dediğinde, yarım saattir bunları anlatan M. Ali Dükali’nin yüz ifadesini görmeliydiniz. “Bengladeş’i Banka anlayan adama ben bu olayı bi kez daha anlatmam.” dedi.
Bana döndü:
“Nihatçıım! Sen de gazeteye bakıyordun ama, anlattıklarımı anladın mı?” dediğinde, başımla evet anlamına onayladım.
M.Ali Dükali:
“Eyi, hiç olmazsa bi kişi dinlemiş ve anlamış, boşa konuşmamışım.” dedi.
Anlatılanları pür dikkat dinlemiş olan Sami’nin Bengladeş’i bankayla nasıl özdeşleştirdiğini de ben anlayamadım…
Datçalı M. Ali Dükali anlatıyor, Sami Acar dinliyordu. Benim ise gözüm önümdeki gazetede, kulağım Dükali’nin anlattıklarındaydı. Biz Datçalılar’ın çoğunun bir kulağı ağır işitir veya hiç işitmez. Bunu araştıran bazı tıp adamları Datça’da çok esen poyraz rüzgarını sebep olarak göstermişler. Olabilir...
M. Ali Dükali’nin anlattıklarına ara ara kulak kabartınca şu kadarını anladım:
İstanbul’da oturan birinin başına gelenler kul başına gelmemiliymiş. Biri altı yaşında diğeri dört yaşında iki çocuğu olan bu adamın bi de çok iyi yürekli(!), uzun süre istanbulda yaşadığından Türkçe’yi neredeyse bizim gibi konuşan Bengladeşli bi de komşusu varmış. Fakat ne yazık ki evleneli epey zaman olmasına karşın bu Bengladeşli'nin çocukları olmuyormuş.
Çocuğu olmayan Bengladeşli bi gün biri altı yaşında kız, diğeri dört yaşında oğlan çocukları olan bu aileyi ziyaret ederek önemli bişey konuşacağını söylemiş. Bizimkiler Bengladeşli’yi can kulağıyla dinleyip isteğini memnuniyetle kabul etmişler.
İsteği şuymuş:
Adamın iki gün önce gördüğü rüyasında ak sakallı bi ermiş karşısına çıkıp konuşmuş:
“Benim dediklerimi yapmadığın müddetçe çocuk sahibi olamayacaksın.”demiş. Daha önceleri de birkaç kez rüyasında karşısına çıkıp aynı şeyleri söylemişmiş o ermiş.
Ermişin Bengladeşli’ye söyledikleri:
“Çocuğum olmuyor diye bekleyeceğine, komşunun altı yaşındaki kızı Elif’i yanına al, bir umre ziyareti yap. Ondan sonra bak gör Allah sana kaç tane çocuk verecek.. Hem komşunun kızı da çocuk yaşında yarı hacı olmuş olacak, Kâbe’yi görmüş olacak…”.
Altı yaşındaki Elif’in babasının aklı bu işe yatmış. Olur deyivermiş. Nasıl olsa kızının gideceği yerde hiç bi kötülük yokmuş. Ne disko ne de plaj. Sadece ahlâklı insanların kol gezdiği bir yer… diye düşünmüş baba.
Zamanı gelince Elif’i katmışlar çocuğu olmayan, iyi kalpli, iyilik sever, Bengladeşli ailenin yanına. Havaalanından uğurlamışlar. Uğurlayış o uğurlayış; ne iyi kalpli Bengladeşli komşuları ne de Elif’leri geri gelmiş bir daha. Olay bu…
M.Ali Dükali anlatısını bitirdiğinde derin bi sessizlik oldu. Ardından Sami Acar konuştu:
“Kızı umreye götüren bankacıyı neden bulamamışlar? Türkiye’deki bankaların hepsine sorsalardı ya!” dediğinde, yarım saattir bunları anlatan M. Ali Dükali’nin yüz ifadesini görmeliydiniz. “Bengladeş’i Banka anlayan adama ben bu olayı bi kez daha anlatmam.” dedi.
Bana döndü:
“Nihatçıım! Sen de gazeteye bakıyordun ama, anlattıklarımı anladın mı?” dediğinde, başımla evet anlamına onayladım.
M.Ali Dükali:
“Eyi, hiç olmazsa bi kişi dinlemiş ve anlamış, boşa konuşmamışım.” dedi.
Anlatılanları pür dikkat dinlemiş olan Sami’nin Bengladeş’i bankayla nasıl özdeşleştirdiğini de ben anlayamadım…
Salı, Temmuz 08, 2008
DATÇA'DA MEVSİMLİK AŞKLAR
Uzunca bir zaman yurtdışında kalmış, evlenme zamanı gelince memleketine dönmüş, iyi bir evlilik yapmıştı. Kocası Datçalı’ydı ve işi de Datça’daydı. Mutlu çifte geçtiğimiz yortu günlerinde Avrupa ülkelerinden birinden uzun vaadeli bi misafir geldi, uzunca bir zaman kalacaktı. Misafir bekârdı. Sarışının fıkır fıkır kaynayan bir yapısı olduğundan gelir gelmez bi sevgili buldu veya sevgilisi onu buldu. Sanırım ikinci şık daha doğruydu. Ev sahibesinin avrupa ülkesinde kaldığı yıllarda tanıdığı çok samimi arkadaşıydı. Avrupalı kızın haziran ayı ortalarına kadar keyfine diyecek yoktu. Ama, ne olduysa o günlerde oldu, fıkır fıkır kaynayan, yerinde duramayan kıza bişeyler oldu. Yüzü gülmüyor, dili eskisi gibi söylemiyordu Sanki dünyaya küsmüştü. O günlere kadar akşam yemeğini bile dışarıda yiyip, dönünce gününün ne kadar güzel geçtiğini anlatan sarışın, evden de çıkmaz olmuştu…
Geçen gün evin balkonunda yemeklerini yedikten sonra kahvelerini içerlerken ev sahibesi, arkadaşını sorguya çekti. Sorgulama yarı şaka yarı ciddi devam ederken evin erkeği de günlük gazeteye göz atmaktaydı, ama kulakları da karısıyla misafir kızın konuşmalarındaydı. Kız her şeyi açıkladı. Datçalı sevgilisi başka bir kız arkadaş bulmuş, onu terketmişti. Onu üzen buydu.
Datça’daki yaz aşıklarını iyi tanıyan adam, gazeteden başını kaldırmadan teselli etti Avrupalı sarışını:
“Üzülme kızım, Eylül sonuna kadar sık dişini. Eylülün sonuna doğru o gelip garanti seni bulacak, ayaklarına kapanacaktır…”
Geçen gün evin balkonunda yemeklerini yedikten sonra kahvelerini içerlerken ev sahibesi, arkadaşını sorguya çekti. Sorgulama yarı şaka yarı ciddi devam ederken evin erkeği de günlük gazeteye göz atmaktaydı, ama kulakları da karısıyla misafir kızın konuşmalarındaydı. Kız her şeyi açıkladı. Datçalı sevgilisi başka bir kız arkadaş bulmuş, onu terketmişti. Onu üzen buydu.
Datça’daki yaz aşıklarını iyi tanıyan adam, gazeteden başını kaldırmadan teselli etti Avrupalı sarışını:
“Üzülme kızım, Eylül sonuna kadar sık dişini. Eylülün sonuna doğru o gelip garanti seni bulacak, ayaklarına kapanacaktır…”
Pazar, Temmuz 06, 2008
GİRİT MANİLERİ
Uzunca bir zamandır öykülü Datça manileriyle haşır neşirim. Zannediyordum ki diğer toplumların mani geleneği pek yok. İrlandalılar’ın Limerik dedikleri manileri olduğunu biliyordum. Hatta “One Thousand and One Limericks” adlı bir kitap getirttim. O kitaptaki İrlanda manileriyle bizim manileri kıyaslama fırsatını buldum. Belki Azerbeycan, Özbekistan gibi toplumların da mani gelenekleri vardır; kesin kes bilmiyorum.
Ama, bu arada elime bir mani kitabı geçti; “Belleklerdeki Güzellik, Girit Manileri, Atasözleri…” Kitap, Lozan Mübadilleri Vakfı tarafından hazırlanmış. Bursa Lozan Mübadilleri Derneği; Ayvalık Belediyesi; Edirne, Lozan Mübadiller Derneği; Avrupa Birliği Türkiye delegasyonu tarafından desteklenmiş ve yayımlanmış.
Çok ilginç maniler ve deyimlerle dolu bir eser. Mani ve deyimler Girit Rumcası’yla düzülmüş ve yazılmış. Giritlilerin Rumcası çok değişik olduğundan kullanılmış olan dile “Giritçe” bile denebilir. Aşağıdaki örneklerde gördüğünüz gibi Rumcasını da vermişler. Rumcada ses ve hece uyumu var.Türkçeye çevrilince ses ve hece uyumu tutmamış . Ama, Rumca okuyup, Türkçe anlamına baktığımda bile ilginç geldi bana.
Bunları bizim Datça manileriyle karşılaştırınca bizimkilerin, çok daha geçerli ve anlamlı olduğunu anladım. Maniler kitabını yayımlamak için elimi çabuk tutmam gerekecek…
Girit Manilerinden birkaç örnek:
Sto parathiro kathese, ti vraka su gazonis
Çe pano sta gazomata, to nu su anemazonis.
Pencerede oturmuş, şalvarını dikersin
Dikişlerin üstüne, düşünceni dökersin
*********
Sto parathiro kathese, lemoni katharizis
To dahtilaki su kopses, çe mena fovarizis.
Pencerede oturmuş, dilimlerken limonu
Parmağını kesince, koparırsın ödümü
*********
Ti mandinades dio fores, katholu mi da leyis
Yati tharun i kopelyes, pos ali den kateşis,
Bir maniyi üst üste, söyleme sakın asla
Çünkü kızlar sanır ki, mani bilmezsin başka
Ama, bu arada elime bir mani kitabı geçti; “Belleklerdeki Güzellik, Girit Manileri, Atasözleri…” Kitap, Lozan Mübadilleri Vakfı tarafından hazırlanmış. Bursa Lozan Mübadilleri Derneği; Ayvalık Belediyesi; Edirne, Lozan Mübadiller Derneği; Avrupa Birliği Türkiye delegasyonu tarafından desteklenmiş ve yayımlanmış.
Çok ilginç maniler ve deyimlerle dolu bir eser. Mani ve deyimler Girit Rumcası’yla düzülmüş ve yazılmış. Giritlilerin Rumcası çok değişik olduğundan kullanılmış olan dile “Giritçe” bile denebilir. Aşağıdaki örneklerde gördüğünüz gibi Rumcasını da vermişler. Rumcada ses ve hece uyumu var.Türkçeye çevrilince ses ve hece uyumu tutmamış . Ama, Rumca okuyup, Türkçe anlamına baktığımda bile ilginç geldi bana.
Bunları bizim Datça manileriyle karşılaştırınca bizimkilerin, çok daha geçerli ve anlamlı olduğunu anladım. Maniler kitabını yayımlamak için elimi çabuk tutmam gerekecek…
Girit Manilerinden birkaç örnek:
Sto parathiro kathese, ti vraka su gazonis
Çe pano sta gazomata, to nu su anemazonis.
Pencerede oturmuş, şalvarını dikersin
Dikişlerin üstüne, düşünceni dökersin
*********
Sto parathiro kathese, lemoni katharizis
To dahtilaki su kopses, çe mena fovarizis.
Pencerede oturmuş, dilimlerken limonu
Parmağını kesince, koparırsın ödümü
*********
Ti mandinades dio fores, katholu mi da leyis
Yati tharun i kopelyes, pos ali den kateşis,
Bir maniyi üst üste, söyleme sakın asla
Çünkü kızlar sanır ki, mani bilmezsin başka
****************
Not: Mani1 sözcüğünün Rumcadaki karşılığı: Madinada, ya da çoğul şekliyle, Madinades. Sözcüğün etimolojisine baktığımızda, Yunanca'da "Bilicilik, kehânet ya da bilmece" anlamına gelen "Mandema" sözcüğüyle ilişkilendirilebilir.
(Kaynak: Belleklerdeki Güzellik, GİRİT. maniler, Atasözleri, Deyimler, tekerlemeler...)
Perşembe, Temmuz 03, 2008
Etkinlikler
Datça'da Sinema Günleri, 1 Temmuz Kutlamaları, Global ısınmayı protesto eden bisiklet grubunun etkinlikleri ve aynı gün Pir Sultan Abdal Derneği'nin düzenlediği "Sivas Katliamını anma gecesi. Hepsi birbirine girmiş durumda Datça'da. Bu etkinlikleri kaydedip sizinle paylaşmak için buraya taşımak isterdim ama zamanım olmadığından sadece aşağıdaki "Muzo" linkini tıklamanızı öneririm. Muzaffer hocam izliyor, resimliyor ve bloğunda yayınlıyor.
Çarşamba, Temmuz 02, 2008
SİVAS KATLİAMININ YILDÖNÜMÜ
Bugün Sivas Madımak Oteli katliamının yıldönümü. O katliamda kaybettiğimiz değerleri saat 21.30 da Ecevit Kültür Merkezi'nde, Pir Sultan Abdal derneği'nin düzenlediği bir etkinlikle anacağız. Anacağız ki unutmayacağız. Unutmayacağız ki sürüler bir daha insanlara, gerçek insanlara saldırmadan önce biraz düşünsünler... Düşünsünler? (!)
Pazar, Haziran 29, 2008
DATÇA SİNEMA GÜNLERİ
Datça Sinema Günleri başladı. "Ustaya Saygı" adıyla bu yıl üçüncüsü yapılan festivalin yıldızı Hülya Koçyiğit. Dün Ecevit Kültür Merkezi'nde gösterilen bir Datça belgeseliyle başlayan etkinlik, belediye salonlarında açılan "Sinema Afişleri" sergisiyle devam etti. Akşam amfi tiyotroyu dolduran iki binden fazla Datçalı'yla, etkinliğe katılan sinema oyuncuları ve yönetmenler yaptıkları konuşmalarla dinleyicilerle bütünleştiler. Hülya Koçyiğit, Mustafa Altıoklar, Nehir Erdoğan, Halit Akçatepe, Nur Sürer, Halit Refiğ, Berhan Şimşek gibi ünlülerin katıldığı festival bir hafta devam edecek.
Datça'yı çok sevdiklerini defalarca söyleyen sanatçılara, Datça'yı daha iyi tanımaları için, yaşanmış Datça öykülerini okusunlar diye birer "Datça'da Zaman" hediye ettik.
Perşembe, Haziran 26, 2008
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)