Yer: Datca/ Alavarı, Gökova körfezi. Halikarnas Balıkçısı'nın yazılarında anlattığı yerler
Plajı dolduranlar: Emecik Köyü'nün inekleri
Zaman: Aralık Ayı. Aslında zaman farketmez, nasıl olsa yüzme niyetinde değiller. Sadece siestadalar.
Resimleyen: Nihat Akkaraca
Cumartesi, Mart 11, 2006
ÖZENTİ
ÖZENTİ
Nihat Akkaraca
Askerliği sayesinde iki sene Aydın’da kalmış, şehirli gibi görünmeye çok meraklı olduğundan, artık taşralı gibi yürümemeye, taşralı gibi bakmamaya veya Datçalı gibi konuşmamaya gayret ediyordu. Giyiminde olsun yürüyüşünde olsun bayağı tutturmuştu işi. Hatta terhis gününün yaklaşması bile onu sevindirmemişti. Çünkü terhis olmasıyla taşralılık başlıyacaktı. Terhis gününün yaklaşması sadece telaşlandırmıştı. İyi bir terziye takım elbise diktirmiş, bir çift iskarpin ve bir de siyah camlı, harika bir güneş gözlüğü almıştı. İzmirden vapura güverte biletiyle binmiş olmasına rağmen, ne olur ne olmaz düşüncesiyle vapur Datça’ya demir atınca ikinci mevkiiye geçmiş, vapura yolcu almaya gelen Datçalı sandalcının kendisini ikinci mevkiide görmesini sağlamıştı. Hoş onu ilk gören Datçalı da zor tanımıştı sırtındaki gıcır gıcır takım elbisesi ve gözündeki simsiyah camlı güneş gözlüklerinden dolayı. İlk gördüğü sandalcının eline tahta bavulunu sıkıştırmış, sandalcı arkada kendisi elleri arkasında vapurun merdivenlerinden inerken sendelemiş, ama bunu kimseye çaktırmadan ellerini arkadan bırakıp merdivenin korkuluğunu tutarak inmişti. Sandalın bir kenarına itinayla oturup yolculardan kimseyi gaale almadan İskele Mahallesi’ne, küçümseyerek bir bakışı vardı ki herhangi bir devlet dairesini teftişe gelen önemli bir müfettiş zannederdiniz… Sandaldan inince, sandalcının rıhtıma bıraktığı tahta bavulunu, (ki bu bavul her şeyi mahvediyordu, veya belki de bu yüzden o bavulu elinde taşımak istemiyordu) orada bırakarak. elleri arkasında ağır ağır yürüdü, Rauf’un kahvesinin önünde oturmuş laflamakta olan Datçalı’ları görünce durdu. Gene elleri arkasında siyah gözlüklerin arkasından oturanlara şöööyle bir baktıktan sonra, temiz bir türkçeyle seslendi: “Yahu bu memlekette hamal falan yok mu?” Bir şehirli okmanın iyice tadını çıkartıyor, artık son darbeleri vuruyordu. Ondan sonra fasa fiso…
Kahvenin önünde oturanlardan biri: “Yahu! Bu bizim Omar değil mi?” diğeri: “Hangi Omar?” “Yahu şu Omar görgülü, Gargı, Mendelle’de çoban vardıya.”. Oturanlar neredeyse hep birden: “aaa! Ülen Omar hoş geldin” deyince gayet ciddi olarak Omar, bir elinin işaret parmağıyla bavulunun durduğu tarafı göstererek: Şu bavulu bizim eve kadar götürecek bir hamal bakıyorumda…”deyip ellerini tekrar arkasına bağladı. Omar’ın “bir” kelimesinde “R” kullanışını oradakilerin hepsi yadırgadı. Çünkü “bir” kelimesindeki “r” yi, bilhassa vurgulamıştı. Gerçekte Datçalı olarak “bi hambal” demesi daha hoş olurdu. Oturanlar hafiften tebessümle Omar’a bakarken, Mehmet Badal yerinden kalktı, yardımcı olmak üzere yanına gitti. Ne de olsa eski arkadaşıydı. Mehmet’in ona yardıma gidişi, orada oturanların hafızasında, onun bavulunu taşıyan kişi olarak kalmıştı..
Mehmet Badal’ı bulup araştırdığımda, şöyle anlattı olayı:“
Yok be Nihatcıım! Ben o gün, bavul falan taşımadım, yanına gittim hoş geldin dedim. Milletin aklında bu galmış. Sadece yardım ettim. Eşeğiyle Gargı’ya gitmekte olan Dermenci Mustafa’yı çevirip, Bavulu ona verdik. Omar’ların evi nasıl olsa yolunun üstündeydi. Bavulu eve bırakıvı dedik… Ama Omar, eşekle veya eşeğin arkasından gitmedi. O, takım elbisesi, yeni boyanmış şehirli pabuçları ve siyah gözlükleriyle, elleri gene arkasında daha sonra Gargı’ ya yürüdü, yalnız başına….”
Bu son yürüyüştü, şehirli olarak....
Nihat Akkaraca
Askerliği sayesinde iki sene Aydın’da kalmış, şehirli gibi görünmeye çok meraklı olduğundan, artık taşralı gibi yürümemeye, taşralı gibi bakmamaya veya Datçalı gibi konuşmamaya gayret ediyordu. Giyiminde olsun yürüyüşünde olsun bayağı tutturmuştu işi. Hatta terhis gününün yaklaşması bile onu sevindirmemişti. Çünkü terhis olmasıyla taşralılık başlıyacaktı. Terhis gününün yaklaşması sadece telaşlandırmıştı. İyi bir terziye takım elbise diktirmiş, bir çift iskarpin ve bir de siyah camlı, harika bir güneş gözlüğü almıştı. İzmirden vapura güverte biletiyle binmiş olmasına rağmen, ne olur ne olmaz düşüncesiyle vapur Datça’ya demir atınca ikinci mevkiiye geçmiş, vapura yolcu almaya gelen Datçalı sandalcının kendisini ikinci mevkiide görmesini sağlamıştı. Hoş onu ilk gören Datçalı da zor tanımıştı sırtındaki gıcır gıcır takım elbisesi ve gözündeki simsiyah camlı güneş gözlüklerinden dolayı. İlk gördüğü sandalcının eline tahta bavulunu sıkıştırmış, sandalcı arkada kendisi elleri arkasında vapurun merdivenlerinden inerken sendelemiş, ama bunu kimseye çaktırmadan ellerini arkadan bırakıp merdivenin korkuluğunu tutarak inmişti. Sandalın bir kenarına itinayla oturup yolculardan kimseyi gaale almadan İskele Mahallesi’ne, küçümseyerek bir bakışı vardı ki herhangi bir devlet dairesini teftişe gelen önemli bir müfettiş zannederdiniz… Sandaldan inince, sandalcının rıhtıma bıraktığı tahta bavulunu, (ki bu bavul her şeyi mahvediyordu, veya belki de bu yüzden o bavulu elinde taşımak istemiyordu) orada bırakarak. elleri arkasında ağır ağır yürüdü, Rauf’un kahvesinin önünde oturmuş laflamakta olan Datçalı’ları görünce durdu. Gene elleri arkasında siyah gözlüklerin arkasından oturanlara şöööyle bir baktıktan sonra, temiz bir türkçeyle seslendi: “Yahu bu memlekette hamal falan yok mu?” Bir şehirli okmanın iyice tadını çıkartıyor, artık son darbeleri vuruyordu. Ondan sonra fasa fiso…
Kahvenin önünde oturanlardan biri: “Yahu! Bu bizim Omar değil mi?” diğeri: “Hangi Omar?” “Yahu şu Omar görgülü, Gargı, Mendelle’de çoban vardıya.”. Oturanlar neredeyse hep birden: “aaa! Ülen Omar hoş geldin” deyince gayet ciddi olarak Omar, bir elinin işaret parmağıyla bavulunun durduğu tarafı göstererek: Şu bavulu bizim eve kadar götürecek bir hamal bakıyorumda…”deyip ellerini tekrar arkasına bağladı. Omar’ın “bir” kelimesinde “R” kullanışını oradakilerin hepsi yadırgadı. Çünkü “bir” kelimesindeki “r” yi, bilhassa vurgulamıştı. Gerçekte Datçalı olarak “bi hambal” demesi daha hoş olurdu. Oturanlar hafiften tebessümle Omar’a bakarken, Mehmet Badal yerinden kalktı, yardımcı olmak üzere yanına gitti. Ne de olsa eski arkadaşıydı. Mehmet’in ona yardıma gidişi, orada oturanların hafızasında, onun bavulunu taşıyan kişi olarak kalmıştı..
Mehmet Badal’ı bulup araştırdığımda, şöyle anlattı olayı:“
Yok be Nihatcıım! Ben o gün, bavul falan taşımadım, yanına gittim hoş geldin dedim. Milletin aklında bu galmış. Sadece yardım ettim. Eşeğiyle Gargı’ya gitmekte olan Dermenci Mustafa’yı çevirip, Bavulu ona verdik. Omar’ların evi nasıl olsa yolunun üstündeydi. Bavulu eve bırakıvı dedik… Ama Omar, eşekle veya eşeğin arkasından gitmedi. O, takım elbisesi, yeni boyanmış şehirli pabuçları ve siyah gözlükleriyle, elleri gene arkasında daha sonra Gargı’ ya yürüdü, yalnız başına….”
Bu son yürüyüştü, şehirli olarak....
İSTANBUL'da BİR DATÇALI (Ceket)
Not: Gerçek yaşamdan alındı (Bir öykü değil)
Nihat Akkaraca
Bazen senede bir, bazende iki senede bir gittiğim İstanbul’da aylak aylak dolaşmayı severim. Huyumdur; metroda, vapurda veya otobüslerde karşımda oturan herhangi birini, o an dışarıya yansıttığı imajla inceler, onun hakkında, kafamda seneryolar yazar, hoşça vakit geçiririm.. Bunun dışında, beni oyalayan bir de vitrinler vardır. Elektronik işiyle uğraştığım yıllarda, İstanbul sokaklarında geçirdiğim zamanın yüzde altmışı, elektronik malzeme satan dükkanların vitrinlerine bakarak geçerdi. Şimdilerde artık daha çok kitapçı vitrinleri, arasıra da olsa giyim vitrinleri zamanımın çoğunu alıyor. Giyim vitrinlerine baktığımı okuyan da, giyimine meraklı, giyinmesini seven, bilen biri zannedecek. Aslında, nasıl pasaklı giyindiğimi beni tanıyan herkes bilir.
İki sene evvel iki haftalığına İstanbul’daydım. Ellerim paltomun ceplerinde, Beşiktaş’ın cıvıl cıvıl kaynaşan çarşısını, “boş gezenin boş kalfası” gibi arşınlamakta, vitrin önlerinde oyalanarak, giysilere bakmaktaydım. Balıkpazarı’nın tam karşısında, küçücük bir dükkanın vitrininde görmüş olduğum bir ceket dikkatimi çekti. Dikkatimi, ceketin ahım şahım bir marka oluşu falan değil, sadece rengi, deseni ve etiketindeki uygun fiyatıydı.. Aynı sokakta üç dört kere volta vurarak hem her geçişte vitrindeki ceketi gözden geçirdim, hem de böyle bir alışverişi yapmam gerekli mi, değil mi diye bütçe hesaplarına girip, karar verdim..
Kapıdan iki merdiven aşağıya inerek kendimi, küçücük bir dükkanın içinde, masanın başında oturmakta olan altmış yaşlarında bir adamın karşısında buldum. Adam fiziğiyle, giyimiyle, konuşma tarzıyla tam bir İstanbullu imajı veriyordu insana. Yüzüme “Hoş geldin, buyurun” der gibi baktığında, vitrindeki ceketi işaret ederek:
“Şu cekete bakmak istiyorum,” dedim. Eliyle alt katı işaret ederek:
“Aşağıya inerseniz, orada ilgilenirler” diyerek beni alt kata yolladı. Alt katta benimle ilgilenen, otuz, otuzbeş yaşlarında, uzun boylu, cüsseli ve yakışıklı bir adam vardı. Ben kararımı daha sokakteyken vermiş olduğumdan adamı fazla uğraştırmadım. Vitrinde gördüğüm ceketin aynısını isteyerek, üstümdeki paltomu ve eski ceketimi çıkarttım, denemek üzere yenisini giydim. Ceket, sırtıma kalıp gibi oturmuştu. Sanki terziye ısmarlama yaptırılmış gibi… Karşı duvardaki boy aynasının karşısına geçip kendime baktığımda, eski ceketimle ne kadar pasaklı göründüğümü anladım. Bu yüzden de sırtımdaki ceketi birdaha çıkartmak istemedim. Satıcı adam da:
“Gerçekten üstünüze çok güzel oturdu, güle güle giyin” deyince, eski ceket ve paltomu koymak için bir poşet istedim. Artık bu şık görüntümü paltoyla falan kapamak istemiyordum.
Üst kata ödemeyi yapmak için çıktığımızda, masanın başında oturmakta olan dükkan sahibi adamdan da beğeni alınca, iyi bir alışlveriş ettiğimi düşünerek epey sevindim. Ödemek için cüzdanımı çıkardığımda, içinde sadece 15 milyon lira para olduğunu gördüm. Ceketi ödemek için dört onbeş milyona gerksinim vardı. Adamdan özür dileyerek bankamatikten para çekmem gerektiğini söyleyip kapıya yöneldim. Tam kapıdan çıkmak üzereyken, genç olan: (daha sonra dükkan sahibinin oğlu olduğunu öğrendim)
“Cebinizdeki paraları bırakıp, bankamatiğe öyle gitseydiniz,” dedi. Bense: “Hemen geliyorum” diyerek, rahatça sokğa çıktım.. Nedendir bilmem, nereden kafama takıldı ben, o sokakta, hem de o dükkanın yakınlarında bir bankanın şubesi olduğunu zannediyordum.. Biraz yürüdükten sonra, ortalıkta bir banka şubesi göremeyince, genç adamın “cebinizdeki paraları bırakıp öyle gitseydiniz” dediği kafama dank etti. Parası ödenmemiş yeni ceket üstümde, eskilerin içinde olduğu poşet elimde, sokağın ortasında panikledim. Hemen dükkana geri dönmeyi düşündüm ama, korktum. Ya şimdi dükkan sahibi o genç adamı arkamdan göndermiş: “git yakala şu serseriyi” demiş de, ızbandut gibi herif arkama düşmüşse… Beni sokağın ortasında yakalayıp: “Çıkar ulan şu ceketi, manyak mısın, nesin” diyerek sırtımdaki cekete yapışırsa… Anlat gayri sen derdini sokaktaki millete. Ya da kolumdan tutup, sürükleyerek polis karakoluna götürürse… Ver bakalım ifadeyi polise… Ne diyebilirsin ki. Parası ödenmemiş ceket üstündeyken… Adam beni sokakta yakalamadan dükkana ben kendim girmeliydim. Adamın beni bankamatik kuyruğunda yakalaması bile durumumu hafifletirdi, en azından. Aklıma en yakın banka şubesi, ana caddedeki üst geçitin yanındaki şube ve bankamatik geldi. Oraya yöneldim. Çevreyi çok iyi bilmediğimden, bankayı hemen yakınlarda zannediyordum. Hızlı adımlarla ana caddeye çıktım. Banka şubesine doğru, kafamın içindeki değişik seneryolarla ilerliyor, adımlarımı attığım yeri görmüyordum. Her dakika kafamdaki seneryo değişiyordu. Kah, karakolda bir komiser: “koskoca adamsın, mağazalardan ceket yürütmeye utanmıyor musun?” diyerek, beni azarlıyor, kah, pos bıyıklı bir gardiyan beni kolumdan tutmuş, cezaevinin koridorunda bir koğuşa doğru sürüklüyordu. Kah, cezaevinin demir parmaklıkları arkasından, beni ziyarete gelmiş kızlarıma başıma gelenleri anlatıyordum..
Zaman zaman arkama baktığımda, dükkandaki genç adama benzer birini görüp, ürperdim. Fakat adam benim arkama değil de başka yere sapınca; “hah, o değilmiş” diye bayağı sevindim.
Banka şubesine gelip, kıvrılarak uzamış bankamatik kuyruğunda beklerken, sıkıntıdan akan terlerle ıslanmış olduğumu, üşüyerek tiril tiril titremeye başladığımda anladım. Poşetten paltomu çıkarıp giydim. Paltoyu giyerek biraz olsun kendimi gizlemiş olacğımı da düşünmedim değil… Ne de olsa sırtımdaki yeni ceketi kapatacağından, arkama düşmüş olan adamın beni tanıması zorlaşacaktı, hiç olmazsa
Sıram gelip de paramı çektiğimde, aynı yoldan dükkana dönmeyi göze alamadım. Ola ki,yolda adamla karşılarız ve hiddetlenmişse hışmına uğrayabilirim, diye düşündüm. Dükkana kendiliğimden girmeliydım. Arka sokaklara daldığımda, yolumu da şaşırıp biraz zaman yitirdim, dükkanı buluncaya kadar. Ben dükkana dönmekte geç kaldıkça, korkum da o kadar artıyordu.
Dükkanın kapısından içeri girdiğimde, babanın oğluna bakışından anlar gibi oldum arkamdan neler konuştuklarını. Bakışlarıyla baba, oğluna demek istiyordu ki: “Ben sana demedim mi? Ben adamı adım atışından anlarım, bak! Nasıl döndü.” Belli ki, oğlu arkamdan gelmek istemiş; ama adam bırakmamış olacak (Sonradan tamamen böyle olduğunu öğrendim) Ben ise dükkana girer girmez özür dilemeye başlamıştım.. Dükkan sahibi yüzüme bir müddet tebessümle baktı ve kısaca bir soru sordu:
“Arkadaş! sen nereden geldin?” Soru tam böyleydi.
“Ben, beyefendi, Datça’dan geldim,” deyip, özür dilediğimde, O, bir taşralıyı adım atışından bilmiş olmanın mutluluğunu tadıyordu sanki.
Oğlu, tekrar aşağı kata işinin başına döndüğünde, biz, çaylarımızı içerek devam edecek bir ahbaplığın temellerini atıyorduk. İstanbul’a her gidişimde mutlaka uğrarım o sevimli, küçücük mağazaya. Her seferinde o anıyı anar, güleriz dükkansahibi Abdullah beyle…
Fakat, siz siz olun benim düştüğüm hataya düşmeyin İstanbul’da. Herkes Abdullah Efendi değil orada.
Nihat Akkaraca
Bazen senede bir, bazende iki senede bir gittiğim İstanbul’da aylak aylak dolaşmayı severim. Huyumdur; metroda, vapurda veya otobüslerde karşımda oturan herhangi birini, o an dışarıya yansıttığı imajla inceler, onun hakkında, kafamda seneryolar yazar, hoşça vakit geçiririm.. Bunun dışında, beni oyalayan bir de vitrinler vardır. Elektronik işiyle uğraştığım yıllarda, İstanbul sokaklarında geçirdiğim zamanın yüzde altmışı, elektronik malzeme satan dükkanların vitrinlerine bakarak geçerdi. Şimdilerde artık daha çok kitapçı vitrinleri, arasıra da olsa giyim vitrinleri zamanımın çoğunu alıyor. Giyim vitrinlerine baktığımı okuyan da, giyimine meraklı, giyinmesini seven, bilen biri zannedecek. Aslında, nasıl pasaklı giyindiğimi beni tanıyan herkes bilir.
İki sene evvel iki haftalığına İstanbul’daydım. Ellerim paltomun ceplerinde, Beşiktaş’ın cıvıl cıvıl kaynaşan çarşısını, “boş gezenin boş kalfası” gibi arşınlamakta, vitrin önlerinde oyalanarak, giysilere bakmaktaydım. Balıkpazarı’nın tam karşısında, küçücük bir dükkanın vitrininde görmüş olduğum bir ceket dikkatimi çekti. Dikkatimi, ceketin ahım şahım bir marka oluşu falan değil, sadece rengi, deseni ve etiketindeki uygun fiyatıydı.. Aynı sokakta üç dört kere volta vurarak hem her geçişte vitrindeki ceketi gözden geçirdim, hem de böyle bir alışverişi yapmam gerekli mi, değil mi diye bütçe hesaplarına girip, karar verdim..
Kapıdan iki merdiven aşağıya inerek kendimi, küçücük bir dükkanın içinde, masanın başında oturmakta olan altmış yaşlarında bir adamın karşısında buldum. Adam fiziğiyle, giyimiyle, konuşma tarzıyla tam bir İstanbullu imajı veriyordu insana. Yüzüme “Hoş geldin, buyurun” der gibi baktığında, vitrindeki ceketi işaret ederek:
“Şu cekete bakmak istiyorum,” dedim. Eliyle alt katı işaret ederek:
“Aşağıya inerseniz, orada ilgilenirler” diyerek beni alt kata yolladı. Alt katta benimle ilgilenen, otuz, otuzbeş yaşlarında, uzun boylu, cüsseli ve yakışıklı bir adam vardı. Ben kararımı daha sokakteyken vermiş olduğumdan adamı fazla uğraştırmadım. Vitrinde gördüğüm ceketin aynısını isteyerek, üstümdeki paltomu ve eski ceketimi çıkarttım, denemek üzere yenisini giydim. Ceket, sırtıma kalıp gibi oturmuştu. Sanki terziye ısmarlama yaptırılmış gibi… Karşı duvardaki boy aynasının karşısına geçip kendime baktığımda, eski ceketimle ne kadar pasaklı göründüğümü anladım. Bu yüzden de sırtımdaki ceketi birdaha çıkartmak istemedim. Satıcı adam da:
“Gerçekten üstünüze çok güzel oturdu, güle güle giyin” deyince, eski ceket ve paltomu koymak için bir poşet istedim. Artık bu şık görüntümü paltoyla falan kapamak istemiyordum.
Üst kata ödemeyi yapmak için çıktığımızda, masanın başında oturmakta olan dükkan sahibi adamdan da beğeni alınca, iyi bir alışlveriş ettiğimi düşünerek epey sevindim. Ödemek için cüzdanımı çıkardığımda, içinde sadece 15 milyon lira para olduğunu gördüm. Ceketi ödemek için dört onbeş milyona gerksinim vardı. Adamdan özür dileyerek bankamatikten para çekmem gerektiğini söyleyip kapıya yöneldim. Tam kapıdan çıkmak üzereyken, genç olan: (daha sonra dükkan sahibinin oğlu olduğunu öğrendim)
“Cebinizdeki paraları bırakıp, bankamatiğe öyle gitseydiniz,” dedi. Bense: “Hemen geliyorum” diyerek, rahatça sokğa çıktım.. Nedendir bilmem, nereden kafama takıldı ben, o sokakta, hem de o dükkanın yakınlarında bir bankanın şubesi olduğunu zannediyordum.. Biraz yürüdükten sonra, ortalıkta bir banka şubesi göremeyince, genç adamın “cebinizdeki paraları bırakıp öyle gitseydiniz” dediği kafama dank etti. Parası ödenmemiş yeni ceket üstümde, eskilerin içinde olduğu poşet elimde, sokağın ortasında panikledim. Hemen dükkana geri dönmeyi düşündüm ama, korktum. Ya şimdi dükkan sahibi o genç adamı arkamdan göndermiş: “git yakala şu serseriyi” demiş de, ızbandut gibi herif arkama düşmüşse… Beni sokağın ortasında yakalayıp: “Çıkar ulan şu ceketi, manyak mısın, nesin” diyerek sırtımdaki cekete yapışırsa… Anlat gayri sen derdini sokaktaki millete. Ya da kolumdan tutup, sürükleyerek polis karakoluna götürürse… Ver bakalım ifadeyi polise… Ne diyebilirsin ki. Parası ödenmemiş ceket üstündeyken… Adam beni sokakta yakalamadan dükkana ben kendim girmeliydim. Adamın beni bankamatik kuyruğunda yakalaması bile durumumu hafifletirdi, en azından. Aklıma en yakın banka şubesi, ana caddedeki üst geçitin yanındaki şube ve bankamatik geldi. Oraya yöneldim. Çevreyi çok iyi bilmediğimden, bankayı hemen yakınlarda zannediyordum. Hızlı adımlarla ana caddeye çıktım. Banka şubesine doğru, kafamın içindeki değişik seneryolarla ilerliyor, adımlarımı attığım yeri görmüyordum. Her dakika kafamdaki seneryo değişiyordu. Kah, karakolda bir komiser: “koskoca adamsın, mağazalardan ceket yürütmeye utanmıyor musun?” diyerek, beni azarlıyor, kah, pos bıyıklı bir gardiyan beni kolumdan tutmuş, cezaevinin koridorunda bir koğuşa doğru sürüklüyordu. Kah, cezaevinin demir parmaklıkları arkasından, beni ziyarete gelmiş kızlarıma başıma gelenleri anlatıyordum..
Zaman zaman arkama baktığımda, dükkandaki genç adama benzer birini görüp, ürperdim. Fakat adam benim arkama değil de başka yere sapınca; “hah, o değilmiş” diye bayağı sevindim.
Banka şubesine gelip, kıvrılarak uzamış bankamatik kuyruğunda beklerken, sıkıntıdan akan terlerle ıslanmış olduğumu, üşüyerek tiril tiril titremeye başladığımda anladım. Poşetten paltomu çıkarıp giydim. Paltoyu giyerek biraz olsun kendimi gizlemiş olacğımı da düşünmedim değil… Ne de olsa sırtımdaki yeni ceketi kapatacağından, arkama düşmüş olan adamın beni tanıması zorlaşacaktı, hiç olmazsa
Sıram gelip de paramı çektiğimde, aynı yoldan dükkana dönmeyi göze alamadım. Ola ki,yolda adamla karşılarız ve hiddetlenmişse hışmına uğrayabilirim, diye düşündüm. Dükkana kendiliğimden girmeliydım. Arka sokaklara daldığımda, yolumu da şaşırıp biraz zaman yitirdim, dükkanı buluncaya kadar. Ben dükkana dönmekte geç kaldıkça, korkum da o kadar artıyordu.
Dükkanın kapısından içeri girdiğimde, babanın oğluna bakışından anlar gibi oldum arkamdan neler konuştuklarını. Bakışlarıyla baba, oğluna demek istiyordu ki: “Ben sana demedim mi? Ben adamı adım atışından anlarım, bak! Nasıl döndü.” Belli ki, oğlu arkamdan gelmek istemiş; ama adam bırakmamış olacak (Sonradan tamamen böyle olduğunu öğrendim) Ben ise dükkana girer girmez özür dilemeye başlamıştım.. Dükkan sahibi yüzüme bir müddet tebessümle baktı ve kısaca bir soru sordu:
“Arkadaş! sen nereden geldin?” Soru tam böyleydi.
“Ben, beyefendi, Datça’dan geldim,” deyip, özür dilediğimde, O, bir taşralıyı adım atışından bilmiş olmanın mutluluğunu tadıyordu sanki.
Oğlu, tekrar aşağı kata işinin başına döndüğünde, biz, çaylarımızı içerek devam edecek bir ahbaplığın temellerini atıyorduk. İstanbul’a her gidişimde mutlaka uğrarım o sevimli, küçücük mağazaya. Her seferinde o anıyı anar, güleriz dükkansahibi Abdullah beyle…
Fakat, siz siz olun benim düştüğüm hataya düşmeyin İstanbul’da. Herkes Abdullah Efendi değil orada.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)