Cumartesi, Mayıs 26, 2007

ERCÜMENT BEHZAT LÂV

ERCÜMENT BEHZAT LÂV


15 Kasım 1903’de İstanbul’da doğdu. Ortaöğrenimini İstanbul Sultanisinde tamamladı. Bir süre İstanbul şehir Tiyatrosu’nda çalıştıktan sonra Berlin’de Stern Müzik Konservatuvarında ve Reinhart tiyatro akademisinde okudu. (1921-1925). Dönüşünde yeniden Darülbedayyi’e girdi. (1925-1930) İstanbul gazetelerinde çalıştı. (1930-1935). Ankara Radyosunda spikerlik, Halkevleri tiyatrolarında rejisörlük yaptı. (1935-1947). İstanbul’a yerleşip, şehir Tiyatrosunda aktörlük ve belediye Konservatuvarında tiyatro bölümü öğretmenliği yaptı.(1951-1961). Emekli oldu… (Toplumcu görüşü savundu.)

Uzun bir şiir

GİDİŞAT

Yaş kırkbeş, kırkyedi.
İçimden sayıyorum seneleri.
Otuz bir mart:
Kurşunlar vızır vızır tarıyor kafesleri.
İhtiyatlar silah çatmış.
İşte Hareket Ordusu askerleri.
Bir avazı yerde bir avazı gökte binlerce hödük:
Basıyor “şeriat isterük”leri.
Millet; sakallı cüppeli.

Derken, atının arkasında ben,altımda midilli
Biz çölde kutluyoruz babamla hürriyeti.
Hey gidi günler, hey gidi;
Hurma ağaçları pıtrak güzelim Bingazi
Bir sabah ne görelim
Topları burnumuza çevrilmiş İtalyan destroyerleri
Tamam. Eli kulağında Trablusgarb harbi,

Sürüdü de ayağını sürüdü.
Balkan Harbi kelle dedi yürüdü.
Bozgun vurdu manda leşi yenildi
Barut fıçısı makedonya, içler acısı Urumeli.

Hey gidi bacım, oğulum hey gidi
“Göben”le “Breslau” bize sığınmış
Mış mış da mış mış
Çanakkale içinde vurdular beni
Ne o?
Birinci Dünya Harbi.

Sarıkamış sarıkamış
Dizboyu karda anamız ağlamış
Tabanlarımız yarılmış çiğnemekten
Galiçya’yı Süveyş’i Kûtulammâre’yi,
Bu yetmemiş de Kızıldeniz’de şapa oturmuşuz
Ah o Enver’i diriltip yeniden öldürmeli.

Nazende Bosfor da gördü mutarekeyi;
Sultanahmet’te toplanıp
Yedi düvele kafa tutmuşuz,
Geceleyin atlı düşman kordonunun
Köprüye gerdiği zinciri kıramayınca
Sopalar, meşalelerle dalga dalga
Unkapanı’ndan Beyoğlu’na vurmuşuz.
Ertesi gün haydi Kroker Oteli
Arkasından Kürt Mustafa Paşa Divanı harbi.

Sürüdü de ayağını sürüdü
Başkaldırdı Anadolu, kursacığı kurudu
“Mert var ise işte meydan, gele dedi yürüdü”
Geldi çattı İstiklal Harbi:
Dil yetmez söz etmiye
Bu toprağın canı güneşi Mustafa Kemal’inden.
Bizimkisi o dev kavgasında çerçöp kabilinden.
Çoğumuz kodesteyiz, biz İstanbul kopilleri
Kodesten kaçıp top kaçırmışız.
Boğaz’ın dili olsa da söylese
Ah o Beykoz, Hisar, Kandilli.

İşgücü düzene konmamış ama,
Günler, ümitli geçiyor ümitli
Bir yanda Konya’da Delibaş isyanı
Bir yanda Menemen Kubilay.
Bir yanda fabrikalar, devlet çiftlikleri,
Hidroelektrik santralleri.
Bataklıklar kurutulmakta bir yanda
İşlenmeye başlamış yavaştan
Toprakaltı, topraküstü ürünleri.
Resimler, şiirler, heykeller, operalar, kitaplar
En özlüsünden.
Ve en berektlisinden sanat dergileri.
Kızlı erkekli pırıl pırıl bir gençlik yetişiyor.
Derken efendim derken
Din dersleri İlahiyat fakülteleri, Arapça, Türkçe ezan
Demiş geçmiş deli ozan
Çat kapı: safa geldin yâ şehr-i ramazan.

Efendim. Elde güldeste,
T’esir-i şifâ bahşâsı mücerrep, birebir
Her derde devâ
Rüya tabirnâmeleri, karınca duaları,
Büyüler, fallar, şirinlik muskası.
Kıldan ince kılıçtan keskin Sırat köprüsü
Alaturka üniversite korosu
Bizi heyheyle, neyle uyutsun radyo kutusu
İnnâ lillâh ve İnnâileyhi râciûn.

Bağlandı gönül ol nevnihâle
Nasıl oldu da kondu a dostlar
Vicdan hürrüyeti bu hale?
Künfeyekün.
Leylim leyli leyli
İçimden sayıyorum seneleri
Otuz bir mart, Hareket Ordusu, “Şeriat Üsterük”,
Kurşunlar vızır vızır tarıyor kafesleri
Yaş kırkbeş kırk yedi
Seneler beni tanımıyor, ben seneleri.

Şeriat gene pusuda
Gidişat netâmeli
Çarşafı atamadık gitti
Millet gene sakallı cüppeli
.

Perşembe, Mayıs 24, 2007

ANTON ÇEHOV

Postacının Düzeni


Geçenlerde yaşlı posta müdürümüz Sladkopersevert’in genç karısını madden ve ruhen sonsuz sürecek dinlenme yerine götürmüştük. Güzel kadını toprağa koyduktan sonra dedelerimizin, babalarımızın geleneklerine uyarak, ölüyü anmak için bir lokantaya gittik.

Yemeklerle beraber masaya gözlemeler de geldi. Gözlemeleri gören, yaşlı dul acı acı ağlayarak:

“Gözlemeler de tıpkı rahmetli karıcığım gibi pespembe. Onun gibi güzel! Tıpkı onun gibi!..” dedi

Biz, yani ölüyü anmak için toplanmış olanlar:
“Evet” diye doğruladık. “O gerçekten de güzeller güzeliydı… En iyi cins kadınlardan…”

“Evet… Ona bakarak herkes şaşıp kalıyordu… Ama, ben onu yalnız güzelliği ve uysallığı için sevmiyordum. Bu iki özellik, bütün kadınlarda zaten vardır, yeryüzünde bunlara sık sık rastlanır. Asıl ben onu başka özelliği için seviyordum. Oldukça neşeli ve özgür yartılışlı bir kişiliği olmasına karşın rahmetli, Tanrı bol bol rahmet eylesin, kocasına sadıktı!”
Bizimle birlikte yemeğe gelmiş olan Zangoç, anlamlı bir homurtu ve öksürmeyle kuşkusunu belli etmeye çalıştı.
Dul, ona:
“Demek, siz ınanmıyorsunuz?” dedi.
Zangoç, bozulmuştu:
“Hayır, ben inanmıyorum demedim, ama öyle işte. Şimdiki genç kadınlar pek fazla şey… Randevu, şu bu…”
Madem ki beni kuşkuyla karşılıyorsunuz, ben de size bunu kanıtlayacağım öyleyse! Şunu bi-liniz ki ben onun bana olan bağlılığını çeşitli yollarla destekliyordum, yani bir çeşit askeri hileye başvuruyordum. Yaratılıştan kurnaz bir insan olduğum için böyle davranmak suretiyle karımın beni aldatmasını önlüyordum. Başkalarının evlilik haklarıma saldırmasını önlemek için böyle hilelere başvurmak zorundayım. Öyle sözler bilirim ki bunlar parola etkisi yapar. Bu sözleri söyledim mi, tamamdır, bağlılıktan yana hiçbir kuşku duymadan rahatça uyuyabilirim.”

“Ne biçim sözlermiş bunlar?”

“Çok basit şeyler. Ben bütün kente kötü bir söylenti yaymıştım.. Siz de bunu pek iyi bilirsiniz Herkese şöyle diyordum:

“Karım Alena, polis müdürü İvan Alekseyiç Zalihvatskiy’in metresidir.”

Bu sözler yetiyordu. Hiç kimse, Alena’ya kur yapma cesaretini gösteremiyordu, çünkü polis müdürünün gazabına uğramaktan korkuyorlardı. Onu görünce Zalihvatskiy’in aklına kötü bir şey gelmesin diye fareler gibi kaçışıyorlardı. He-he he!’ Bu bıyıklı umacı herife bi çat baka-lım, anandan doğduğuna bile pişman olursun, temizlik için beş tane tutanak hazırlarlar. Örneğin, senin kedinin sokakta başıboş dolaştığını görünce, serseri, hayvanları sokağa bırakıyor, diye zabıt tutar. Ondan sonra kurtul elinden, eğer kurtulabilirsen!”

Bizler bu olaya oldukça şaşırarak:
“Demek ki karınız İvan Alekseyeviç’in metresi değildi?” diye sorduk.

“Hayır, bu benim bir hilemdi. He-he-he… Siz gençleri nasıl aldattım, ha? İşte böyle.”

Üç dakika sessizlik içinde geçti. Bizler oturmuş susuyorduk. Bu şişman, kırmızı suratlı ihtiyarın bizi böyle aldatmış olması gücümüze gidiyor, hem de onurumuzu yaralıyordu.
Zangoç homurdandı:
“İnşallah yine evlenirsin!”

Not: Bu öykü Ankara'da iki ayda bir yayımlanan felsefe ve Edebiyat dergisi “deliler teknesi”nden alındı. Çeviri: Atölye çeviri Grubu

Salı, Mayıs 22, 2007

YouTube

YouTube' e baktınız mı?

Zülfü Livaneli Özgürlük şarkısını İtalya'ya tanıtan Deniz Ünel ile.

Salı, Mayıs 08, 2007

DATÇA LİMANINDA BİR MİSAFİR "BADEM"











DUYURU

13 Mayıs Pazar Anneler Günü. O gün Datça’da geleneksel hale gelen Akdeniz’den Egeye su götürme etkinliği var. Gereme, Katıyalı’ya yürüyüşten sonra günün kutlaması orada yapılacak. Aynı gün saat 16.00 da Eski Datça’da, Muhtarlık ve Dadyader olarak bir kermes düzenlendi. Kermes 16.00 da başlayacak. İsteyenler Gereme’deki etkinlikten sonra saat 16.00 da eski Datça’ya gelip bizlere katılabilirler. Herkesi içtenlikle davet ediyoruz.

Dadyader & Eski Datça Muhtarlığı

Pazar, Mayıs 06, 2007

ÖDEŞMEK

İmamoğlu Memedali (Yaşlılık döneminde)





Yol yapımında on gün çalışılarak ödenmiş vergi borcunun makbuzu. (Okuyabilmek için makbuzun üstünü tıklayın)

Vergiyi tahsildarların topladığı yıllardı. Elindeki deriden yapılmış kocaman çantasıyla kahvelerin bulunduğu sokağın başında görünür görünmez kahveler tenhalaşırdı.. Vergi borcu olanlar sıvışıverirdi ara sokaklara. Tahsildar da bu vergileri toplamak zorunda olduğundan, en sonunda borçlunun evine jandarmayla girer, eline ne geçerse alırdı; kıl çuval, heybe, kazan, yün çuval, daha çok kilim gibi şeyler. Haciz edilen bu gibi eşyaları ne yaparlar, nerede satarlardı, bilmiyorum. Sözün kısası, vergi borcu hem vadandaşın hem tahsildarın başının belasıydı. Devlet de bu vergiyi toplamak zorundaydı; okul yoktu, yol yoktu, hastane yoktu; bu paralarla bu gibi şeyler yapılacaktı. Yol vergisi altı liraydı. 18 yaş ile altmış yaş arası olanlar yol vergisi mükellefiydi. Ödeyebilen para olarak öder, ödeyemeyenler yol yapımında on gün bedava çalışırlardı. Datça-Marmaris yolu (80 kilometre) bu şartlar altında, kazma kürekle açılmıştı. Yol, tam ortasından ikiye bölünmüş, kırk kilometresini Marmarisliler, kırk kilometresini de Datçalılar yapmıştı. Yol hizmete açıldıktan sonra her yıl yolun bakımı da bu sistemle yapılırdı, 1950’li yıllara kadar. Dikkat ederseniz “trafiğe açılınca” demiyorum, çünkü, o zamanlar trafik diye bişey yoktu.

İkinci Dünya Savaşı yıllarının getirdiği ekonomik sıkıntılarla bu yol vergisinin ( o zamanlar [yol parası] denirdi.) ödemesi iyice zorlaşmaya başlamıştı. Altı çocuğu olan bu verginin dışında tutulduğundan, herkes çocuğunu altılamaya gayret etmiş, bu yüzden o yıllarda Datça’da altı çocuklu aileler çoğalmıştı.

O gün Eski Datça normal günlerden daha kalabalıktı. Birkaç kişi cuma namazı için işe gitmemişti ama, bir çoğu için cuma, dinlenmeleri için iyi bir bahaneydi. Tahsildar Memedağa bunu bildiğinden, Cuma günleri mutlaka yoklardı Eski Datça’yı. Kendisi ilçe merkezi Elee (Reşadiye) de oturduğundan köyleri atıyla dolaşırdı.
Atının üstünde, çarşı sokağının başında görünür görünmez insanla dolu olan kahvelerin içinde ve önlerindeki sandalyeler boşalıvermişti. İstifini bozmayıp, yerinden kıpırdamayan birkaç kişiden biri Durmuş Kara’ydı. Atını her zamanki yerine bağlayıp bir elinde kocaman deri çantası, bir elinde mendili, yüzündeki ve ensesindeki terleri silerek kahvenin önüne gelen Tahsildar Memedağa:
-Gene sıvıştılar beni görünce, değil mi? diyerek bir sandalye çekti altına. İlkönce soğuk bi su istedi kahveciden.
-Destiden olsun, dedi.
Suyunu içip bi ohh! çektikten sonra Durmuş Kara’ya bakıp çantasına davrandı. Çantadan kocaman vergi defterini çıkarıp:
-Durmuş, Yanaşsana!.. dedi
Durmuş tereddütsüz sandalyesini çekti tahsildar Memedağa’nın yanına.
-Kesiyorum, dedi Memedağa
Durmuş tahsildarın kesmekten neyi kastettiğini anlamıştı, yol vergisinden başka neyi kastederdi ki.
-Kes, Memed Efendi, dedi, omursamadan.
-Makbuz kesildi, para ödendi, Memedağa, kapamadan bi kere daha göz attı deftere:
-İmamoğlu Memedali’yi görürsen deyiverir misin, onun da yol vergisi var, dedi.

Belli ki vergi borcunu aksatmadan ödüyordu İmamoğlu Memedali. Tahsildar sadece hatırlatıyordu.
İmamoğlu dendiği zaman aklımıza o yılların dozeri gelir. Güçlü kuvvetli, çalışkan, eşi enderi bulunmayan bir işçiydi.Kısaca, hiç abartmadan söylemek gerekirse, bir günde beş kişinin yaptığı işi, o tek başına yapardı. Çalışan birisi olduğundan her zaman elinde parası bulunur, yol vergisini bedenen değil parayla öderdi.

Durmuş cebine davrandı, çıkının içinden altı lira daha çıkardı:
-Kes onun makbuzunu da! dedi.
Aradan birkaç ay geçti. Yol vergisi ödemesinin son günleriydi. Akşam herkes kahveleri doldurduğunda, Gebeş Amca bağırdığı tellalla üç gün sonra yol vergisi ödemesinin sona ereceğini bildiriyordu.. Ertesi günü, İmamoğlu, işten bir fırsatını bulup gündüz vakti kahveye geldi. Tahsildar Memedağa, kahvenin önünde bir masaya oturmuş yol vergilerini topluyordu. Karşısında İmamoğlu’nu görünce, önündeki listeye bakarak İmamoğlu’nun adını aradı. Bulamayınca hatırladı:
-Senin vergin ödendi sanırım, ama, gene de bi bakalım, deyip deftere baktı,
-Tamam, dedi, ödenmiş… Hatırlıyorum, Durmuş Gara ödemişti geçenlerde.
İmamoğlu’nun gururu okşanmıştı:
-Allah, Allah! Beni kaç kere gördü hiç demedi ya! diyerek, işine geri gitti.
Bir haftadır Balçıkhisarı’nda Gabosman Oğlu Şükrü Efendi’nin tarlasında orak biçmekteydi. Hergün şafakla kalkıyor, al atına binerek bir saatlik yolu tepiyor, akşama kadar orak sallıyordu. İşine gelip gittiği yolun üstünde Durmuş Kara’nın dört dönümlük bir ekin tarlası vardı. Tarlada arpa neredeyse adam boyu yükselmiş, (bu kadar yükselmesi normaldi çünkü Durmuş’un keçileri olduğundan tarla her yıl gübreleniyordu) biçme vakti çoktan gelmiş, geçmişti bile. Akşam üstü evine dönerken Durmuş’un tarlasına bakarak; “Tamam” dedi içinden, “İlk horoz öttüğünde başlasam, guşluk vakti biter. Şansıma da gece yarısından sonra ay doğacak.” dedi.
O akşam eve gelince orağını iyice biledi. Yemekten sonra kahveye çıkmadı, erkenden yattı. İlk horozun ötmesini bile beklemedi. Atına binip yola çıktığında Eski Datça’nın sokak fenerleri bile hala sönmemişti. Tarlaya geldiğinde ilk horozlar ancak ötüyordu. Gecenin serinliğiyle bismillah deyip, sallamaya başladı, akşamdan güzelce bilediği orağı. Tarlanın bi başından başlıyor öbür başına çıktığında şöyle biraz durup soluklanmıyordu bile. Tarladaki ekini biçen bir insanoğlu değil, sanki bir biçer- döverdi. Ekini yakaladığı elinin parmaklarına tahtadan yapılmış parmaklıkları taktığından, orağın ve parmaklıkların çıkardığı ses, İmamoğlu’nu çoşturmaktaydı. Orak biçmiyor, sanki davul zurnanın karşısında harmandalı oynuyordu.
Güneş bir kulaç yükselmişti, İmamoğlu Memedali, dört dönümlük tarlada insan boyu yükselmiş ekini biçerek yere sermiş, ağacın köküne dayanarak tütününü tüttürüyordu.. Yerli pamuklu bezden dikilmiş beyaz gömleği terden sırıl sıklam olmuş, kuruyan yerlerinde terin bıraktığı tuzlanmalar görülüyordu. Şimdi Şükrü Efendi’nin tarlasına gidecek gün batımına kadar orada orak sallayacaktı. İmamoğlu şimdi huzurlu ve mutluydu. Borcunu ödemişti ama, hiçbir zaman arkadaşına gidip, “Ben de senin ekinini biçiverdim,” demeyecekti. Nasıl olsa gören biri söylerdi Durmuş'a, ekin tarlasının biçilmiş olduğunu.
O günler, “Ben senin orağını biçiverdim, ben senin vergi borcunu ödedim.” gibi lafların edilmediği günlerdi. Yaptığın iyiliği konuşmak çok ayıp sayılırdı…