Pazartesi, Kasım 24, 2008

OĞRETMENLER GÜNÜ

Değerli öğretmenlerimiz! Sizlerin şahsında bütün öğretmenlerimizin "Öğretmenler Günü"nü kutluyorum.

En içten saygılarımla.

Pazartesi, Kasım 17, 2008

Datca Yerel Tarih Derneği'nin Sepet Etkinliği


Datça Yerel Tarih Derneği, geçen pazar günü yeni dernek bürosu ve sergi evinin önünde bir sepet örme etkinliği gerçekleştirdi.
Etkinlik başlamadan önce sepet ustalarının ağzından, eskiden Datça'da sepetin sosyal hayattaki yeri ve ekonomiye etkisini, sepet çeşitlerini, hangi tip sepetin hangi işlerde kullanıldığını dinledik.
Sepet örme becerilerini yıllardır ayakta tutan iki arkadaşımız, Karaköy'den İsmet Eski ve Yaka Köyü'nden İhsan Aras, getirdikleri bol miktarda doğal malzemeyi öğrenmek isteyenlere de vererek sepetin nasıl örüldüğünü gösterdiler.
Datça'nın bu çok özel geleneksel el sanatını yeniden canlandırıp, pazarlarda bolca kullanılan plastik poşete savaşı bu etkinlikle başlatabiliriz belki de.
Bu etkinlik "PLASTİK POŞETE HAYIR!"
kampanyasının başlangıcı da olabilir.
Bugün öğleden sonra gittiğim Kızlan Köyü'nde gördüklerim bana bu umudu verir gibi oldu. Bir adam eski, kullanılmayan ilkokulun bahçesine oturmuş sepet örmekteydi ve örülmüş her tür sepet vardı etrafında. Sorduğumda, 30 kadar sipariş aldığını, bunun dışında küfe de ördüğünü ve satabildiğini söyledi.

Pazar, Kasım 16, 2008

PASPATUR DERGİSİ GELDİ







Fethiye'de iki ayda bir yayımlanan kültür sanat ve edebiyat dergisi Paspatur'un Kasım-Aralık sayısı geldi. Datça'dan gönderilen yazılara da yer veren derginin ederi 3.00 YTL.
Edinmek isteyenler Nihat Akkaraca'yı arayabilirler:
0542 741 7599
Not: DERGİMİZ "PASPATUR" TÜKENDİ.
OKUYUCULARIMIZA TEŞEKKÜRLER

Perşembe, Kasım 06, 2008

BADEM TEKRAR DATÇA'DA

Badem, çocuk görünce dayanamıyor, atıyor kendini karaya. Oyun oynamak istiyor, sevilmek istiyor.


Uzunca bir ayrılıktan sonra Datça'yı özleyen Badem, bir hafta Palamutbükünde kalıp oradakilerin gönlünü aldıktan sonra Datça Limanı'na geldi. Hem de yeni giysileriyle dolaşıyor bu yıl. Bu renk daha çok yakışmış Badem'e.
Uzun yoldan geldi. şimdilik bir tanıdığının botunda yorgunluk atıyor.











.


Salı, Kasım 04, 2008

ANI



"ŞEYTANIN ÇIRASI"

“Şeytanın Çırası”nı torunu getirmişti eve… Nereden bulduysa satın almış getirmiş… İlkönceleri, “Paraları çar çur edikdurusun.” diye dırlandı durdu torununa. Torun, yeni yetme. Söz dinler mi. Gülüp geçiveriyordu onun dırdırına. Oğlanın keyfi yerindeydi. Düğmesini itince, al sana nur gibi aydınlık. Çek düğmesini, sönsün. Çıra gibi mi? Söndürmek için ne kül aramak var ne bişey. Al eline, bas düğmesine, ortalık gündüz gibi, ister öküzleri samanla geceleyin, ister dışarıdaki tuvaletine git. Çekive düğmesini sönsün. Çıra yakacağım diye uğraşacağına… Üstelik köyde henüz ondan başka kimsenin yoktu böyle bi fener. Bu alet geleli, eve çıra da getirmez olmuştu torun. Evin önünde eskiden çıra parçaladıkları yerlerde atılan küçük çıra parçalarını bulup buluşturup kullanıyordu nine Ali Gızı. İnat etti bu şeytan icadını kullanmayacaktı. Köyün alt tarafındaki tarlalarındaki evde, el fenerli, çıralı geceler gelip geçiyordu.
Günlerden bi gün akşamüzeri torun, köy kahvesine, kızı da komşuya gitmişti. O, sızıp kalmıştı köşede. Uyandığında alelacele tarladaki tuvalete gitmesi gerkiyordu... Ortalık zifiri karanlıktı. Sağa baktı, sola baktı, ufacık bi parça da olsa çıra aradı. Oyalandıkça sıkıştı, zamanı kalmadığının farkına vardığında. aklına evdeki “Şeytanın Çırası” dediği alet geldi. El yordamıyla buldu. Sağını solunu oynarken el feneri nur gibi aydınlattı evin içini.
“Eh be!” dedi içinden. “Şeytanınçırasını yaktık. Yakması da golaymış... ” Tuvaletten döndü, eve girdi. Torun ve kızı gelmeden bu şeytan işini karartmalıydı ki; kullanmam dediği aleti kullanmış olduğunu bilmesinler. Karanlıkta el yordamıyla yakmıştı. Şimdi sönmüyordu. El fenerinin her tarafını eliyle denedi. Fener, nuh diyor peygamber demiyordu. Bir ara yere çarpacak oldu. Elini kaldırdı tam atacakken gözüne evin ocağı ilişti. “Şimdi de sönme de göreyim seni” diyerek el fenerinin baş tarafını küle batırdı. “Körolasıca” dedi. “Söneceene taa fazla parladı!” Çırayı söndüren kül de iş görmemişti.. Aklına su geldi. Külde sönmezse Allahın suyu da mı tükenmiş, kül olmadığında çırayı suda söndürürlerdi ya…
Dışarıya koştu. Su dolu kovaya soktu feneri. Ortalık karardı, ama, Ali Gızı’nın içi aydınlandı. Şeytanın çırasını zor da olsa sonunda söndürmüştü. Feneri yerine koydu. Gitti, huzur içinde yattı yatağına.
Torun da meraklıydı, el feneri kullanmayı çok seviyordu. Kahveden gelir gelmez ufak bi iş bahane ederek eline aldı feneri. Düğmesine gitti eli, ama, düğme itilmişti. Acaba ben mi öyle bıraktım diye geçirdi aklından. Feneri elinde oynarken alt tarafından suların damladığını gördü. İlkin pillerin eridiğni sandı. Satıcı demişti; pilleri zamanında değiştirmezsen erir diye. Bi bakmak istedi. Alt kapağını açar açmaz içindeki su boşaldı. Torun anladı olanları. Ertesi gün gitti kasabadan yeni pil aldı. İyice kuruttuğu el fenerini tekrar çalıştırdı. Artık akşamları evden çıkarken feneri de yanında taşıyordu. Evi de çırasız bırakmadı ondan sonra. Ninesine hiç bişey demedi. Ninesi de ona demedi. Bu olanı da Torun, Ali Gızı rahmetli olduktan sonra anlattı sağda solda. Ninesini mahcup etmedi...

Pazar, Kasım 02, 2008

"CIĞILDIRIKLAR" (Ağostos Böcekleri)


















Hem Turizm Olsun Hem Doğa

Yaz günlerinde bir ağaç altına öğle uykusuna uzandığımız zaman farkına varırdık onların. Sanki, bizi çabucak uyutmak için onlarcası birden başlardı hiç değişmeyen bir tempoyla ninni söylemeye. Onların cııığ, cııığ, cıığ diye kopardıkları yaygarayı duymadığımız zaman huzursuz olur uyuyamazdık. Seslerinin en çok çıktığı zamandır günün öğle saatleri... Gölgesinde uyumaya çalıştığınız ağaçta sanki yüzlercesi var sanırsınız. Aslında, ya on ya da on beşi geçmez orkestranın üye sayısı. Bazen, aynı anda birden bire, birkaç saniye için susar, hep bir ağızdan tekrar başlarlar cığıldamaya. Biz bu sevimli dostların çıkardıkları sese cırıltı bile demeyiz, sözcüğü biraz yumşatıp cığıltı dediğimizden bu orkestra elemanlarına da Datça ağzıyla “Cığıldırık” deriz . Bizce "Ağostos Böceği" onların sözlükdeki adıdır. Ağostos Böceği dememiz için sadece Ağostos ayında müzik yapmaları gerekirdi diye düşünürüz. Onlar, haziran ortalarından başlayarak eylül ortalarına kadar müzik yaptıklarına göre…
Çocukken onları ağaç gövdelerinde yakalar, kanatlarından tutar, yakından görmek isterdik. Bazı hoyrat ellerde kanatları kopar, uçamaz, ağaçtaki orkestra grubundan bir eleman eksik olurdu. Sadece birini elimize aldığımızda bir kaç saniye içinde çıkardığı ses, ağaçtaki bütün cığıldırıkların susmasına sebep olurdu. Büyüklerimiz, sanırım bu yüzden, devamlı bize: “Sakın ha, öldürmeyin, onlar payamlarımızın olgunlaşıp açılması, incirlerimizin, armutlarımızın çabucak yetişmesi için türkü çağırıyor.” derlerdi.
Nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama, bi yerde şöyle bir yazı okumuştum: “Eski Yunanda, hanımların, tıpkı bugün bizim kanarya beslememiz gibi, ufak kafeslerin içinde ağustos böceği beslemeleri ve ötüşlerinden zevklenmeleri âdetti.” diyordu yazı.
Sözün kısası, o günlerde cığıldırıklardan bi’ yakınmamız, onların da bizden pek bi’ şikayeti yoktu. Turizm denen hareketle Ege’yi ve Akdeniz’i etkisi altına alan göç, sanırım, doğanın bu sevimli ağaç şarkıcılarını da etkiledi. Veya etkilemek üzere.

Ağostos ayının en sıcak günlerinden biriydi. Datça’daki bir pansiyonda kalmakta olan dostlarımı görmeye gitmiştim. Etrafımızdaki dut ve payam ağaçlarını mesken tutmuş “Ağaç şarkıcıları,” coşmuşlar, ağaçların gölgesinde oturan misafirler için gönüllü müzik yapmaktaydılar. İşletmeci arkadaş içeriden elinde çocukların oyuncak olarak kullandığından biraz daha farklı, su tabancasıyla fırladı dışarı. Ağacın altında durup yukarıya, ağaca su fışkırtmaya başladı. O ağaçtaki orkestranın sesi anında kesildi. Sonra bir ağaç daha, daha sonra son ağaç... Doğa susmuş gibi geldi bana. Veya susturulmuş gibi... Aynı mekanda kahvaltı yapan diğer gezginlerde sessizleşti bu müdahale karşısında… Ama, kimse sesini çıkarmadı.

********
.
Aradan ya on ya da on beş gün geçmişti. Palamut bükünde bizim Semra’nın “Le Jarden de Semra” adlı kafetaryasındaydık. Bahçedeki kocaman dut ağacı adeta konservatuara dönüşmüştü. Çığıldırıkların sesi artık senkroze olmuş marş söylüyorlarmış gibiydi.
Datça’daki ilginç cığıldırık susturma olayını hatırladım ve Semra’ya sordum:
“Şikayet eden gezgin olmuyor mu bu orkestradan?”
“Bazen, arasıra oluyor tabii…”
“peki, ne yapıyorsun o zaman bunları susturmak için?”
“Valla Nihat Abi, ben, uzun bir deney sonunda buldum bunları susturmanın yöntemini. Yöntemimden hem misafirler memnun, hem benim cığıldırıklarım, hem de ben…”
“Senin yöntemin ne? Yoksa sen de mi su sıkıyorsun ağaca?
“Yok, yok! Bi dakka bekle.” deyip içeri koştu.
Semra yanımıza gelmeden kafeteryayı Çeykovski’nin keman konçertosu sardı sarmaladı. Biz, keman konçertosuna kulaklarımızı vermişken farkına bile varamadık, ağaç şarkıcılarının susup keman konçertosunu dinlediklerinin…
Semra yanımıza oturuken:
“İşte en son, en pratik bulduğum yöntem, dedi.

İki gün sonra Mesudiye’deki köy evimin bahçesindeki cığıldırıkları susturmak için denedim bu yöntemi. Ufak bir farkla; bende Çeykovski’nin keman konçertosu yoktu. Vivaldi’nin Dört Mevsimi de aynı işi gördü…