Pazar, Kasım 02, 2008

"CIĞILDIRIKLAR" (Ağostos Böcekleri)


















Hem Turizm Olsun Hem Doğa

Yaz günlerinde bir ağaç altına öğle uykusuna uzandığımız zaman farkına varırdık onların. Sanki, bizi çabucak uyutmak için onlarcası birden başlardı hiç değişmeyen bir tempoyla ninni söylemeye. Onların cııığ, cııığ, cıığ diye kopardıkları yaygarayı duymadığımız zaman huzursuz olur uyuyamazdık. Seslerinin en çok çıktığı zamandır günün öğle saatleri... Gölgesinde uyumaya çalıştığınız ağaçta sanki yüzlercesi var sanırsınız. Aslında, ya on ya da on beşi geçmez orkestranın üye sayısı. Bazen, aynı anda birden bire, birkaç saniye için susar, hep bir ağızdan tekrar başlarlar cığıldamaya. Biz bu sevimli dostların çıkardıkları sese cırıltı bile demeyiz, sözcüğü biraz yumşatıp cığıltı dediğimizden bu orkestra elemanlarına da Datça ağzıyla “Cığıldırık” deriz . Bizce "Ağostos Böceği" onların sözlükdeki adıdır. Ağostos Böceği dememiz için sadece Ağostos ayında müzik yapmaları gerekirdi diye düşünürüz. Onlar, haziran ortalarından başlayarak eylül ortalarına kadar müzik yaptıklarına göre…
Çocukken onları ağaç gövdelerinde yakalar, kanatlarından tutar, yakından görmek isterdik. Bazı hoyrat ellerde kanatları kopar, uçamaz, ağaçtaki orkestra grubundan bir eleman eksik olurdu. Sadece birini elimize aldığımızda bir kaç saniye içinde çıkardığı ses, ağaçtaki bütün cığıldırıkların susmasına sebep olurdu. Büyüklerimiz, sanırım bu yüzden, devamlı bize: “Sakın ha, öldürmeyin, onlar payamlarımızın olgunlaşıp açılması, incirlerimizin, armutlarımızın çabucak yetişmesi için türkü çağırıyor.” derlerdi.
Nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama, bi yerde şöyle bir yazı okumuştum: “Eski Yunanda, hanımların, tıpkı bugün bizim kanarya beslememiz gibi, ufak kafeslerin içinde ağustos böceği beslemeleri ve ötüşlerinden zevklenmeleri âdetti.” diyordu yazı.
Sözün kısası, o günlerde cığıldırıklardan bi’ yakınmamız, onların da bizden pek bi’ şikayeti yoktu. Turizm denen hareketle Ege’yi ve Akdeniz’i etkisi altına alan göç, sanırım, doğanın bu sevimli ağaç şarkıcılarını da etkiledi. Veya etkilemek üzere.

Ağostos ayının en sıcak günlerinden biriydi. Datça’daki bir pansiyonda kalmakta olan dostlarımı görmeye gitmiştim. Etrafımızdaki dut ve payam ağaçlarını mesken tutmuş “Ağaç şarkıcıları,” coşmuşlar, ağaçların gölgesinde oturan misafirler için gönüllü müzik yapmaktaydılar. İşletmeci arkadaş içeriden elinde çocukların oyuncak olarak kullandığından biraz daha farklı, su tabancasıyla fırladı dışarı. Ağacın altında durup yukarıya, ağaca su fışkırtmaya başladı. O ağaçtaki orkestranın sesi anında kesildi. Sonra bir ağaç daha, daha sonra son ağaç... Doğa susmuş gibi geldi bana. Veya susturulmuş gibi... Aynı mekanda kahvaltı yapan diğer gezginlerde sessizleşti bu müdahale karşısında… Ama, kimse sesini çıkarmadı.

********
.
Aradan ya on ya da on beş gün geçmişti. Palamut bükünde bizim Semra’nın “Le Jarden de Semra” adlı kafetaryasındaydık. Bahçedeki kocaman dut ağacı adeta konservatuara dönüşmüştü. Çığıldırıkların sesi artık senkroze olmuş marş söylüyorlarmış gibiydi.
Datça’daki ilginç cığıldırık susturma olayını hatırladım ve Semra’ya sordum:
“Şikayet eden gezgin olmuyor mu bu orkestradan?”
“Bazen, arasıra oluyor tabii…”
“peki, ne yapıyorsun o zaman bunları susturmak için?”
“Valla Nihat Abi, ben, uzun bir deney sonunda buldum bunları susturmanın yöntemini. Yöntemimden hem misafirler memnun, hem benim cığıldırıklarım, hem de ben…”
“Senin yöntemin ne? Yoksa sen de mi su sıkıyorsun ağaca?
“Yok, yok! Bi dakka bekle.” deyip içeri koştu.
Semra yanımıza gelmeden kafeteryayı Çeykovski’nin keman konçertosu sardı sarmaladı. Biz, keman konçertosuna kulaklarımızı vermişken farkına bile varamadık, ağaç şarkıcılarının susup keman konçertosunu dinlediklerinin…
Semra yanımıza oturuken:
“İşte en son, en pratik bulduğum yöntem, dedi.

İki gün sonra Mesudiye’deki köy evimin bahçesindeki cığıldırıkları susturmak için denedim bu yöntemi. Ufak bir farkla; bende Çeykovski’nin keman konçertosu yoktu. Vivaldi’nin Dört Mevsimi de aynı işi gördü…