Cumartesi, Aralık 23, 2006

FAKİR BAYKURT 1945

Fesleğen kokuluma
Fesleğen kokulum, seni rüyamda:

Kah testi elinde pınar yolunda
Bizim mahalleden geçer görürüm.
Kah yeşiller demet demet elinde
Bahçemizden derip kaçar görürürm.

Kah düğün gününde, şenlik yerinde
Ortada kıvrakça döner görürüm.
Kah bir kuşluk vakti serçeler gibi
Aşkımın dalında konar görürüm.

Kah Gartotlak'taki çadırınızda
Koyun, keçi, inek sağar görürürm.
Kah Gökbayır'daki taşın dibinde
Başımı dizinde okşar görürüm.
1945 Fakir Baykurt

Salı, Aralık 19, 2006

GÖLGELİ ZAMANLAR



Anlatan: Ahmet Balcı(Yukarıdaki Resim) Yazan:Nihat Akkaraca

“1940'lı yıllardı. Köyden on onbeş kişi kadın erkek karışık Bedri Bey’in Çivril’deki tarlasına tütün çapasına gitmiştik. Şafaktan beri hepimiz başımızı kaldırmadan arı gibi çalışırken tepemize dikilen yakıcı güneşle birlikte bir de ağa, Bedri Bey dikilmiş ti ki, soluk alamıyorduk çalışmaktan. Sıcakta ter her tarafımızdan akıyor, ağa başımızda diye dinlenme molası veremiyorduk. Bizim köyden getirilen işçilerin dışında Ele’den, Eski Datça’dan gelenler de vardı."
Hızırşah Köyü’nden 78 yaşındaki Ahmet Balcı böyle anlatıyor…
Tütün tarlası bir iki gün evvel sulanmış, arıklar kaymak bağlamıştı. Biz işçiler bu kaymağı çapayla kırıyor, arıkları dolduruyorduk. O yıllarda herkesin saati olmadığından öğleye doğru güneş tepeye dikildiğinde tarlada çalışan herkesin gözü Çatma İni’nde olurdu. O gün biz de sık sık Gocadağ’a bakıyor öğle paydosunun geldiğini, Çatma İni’nin gölgeyle dolup armut şekline girmiş olmasından anlıyacaktık. Elleri arkasında, işçilerin arasında bir o tarafa bir bu tarafa gidip gelen Bedri Bey, beni çocuk gibi gördüğünden midir nedir –o zaman on iki yaşındaydım.- yanıma gelip tam başıma dikildi,
-'Olmuyor, olmuyor!' dedi sertçe,
'Tütünün dibindeki kaymaklaşmış toprağı çapanla tırmıklayıp öyle dolduracaksın arıkları!..'
Hem yorulmuştum hem de acıkmıştım... Belki arasıra Gocadağ'a bakışıma kızmıştı. Çünkü ben, işe devam ederken, ara sıra Çatma İni’ne göz atıyordum. Çatma İni gölgeyle dolmuş, uzaktan bakıldığında Gocadağ’ın karnına sanki kara bir armut resmi asılmıştı. Biz Datçalılar da zaten “ İn gölgeyle doldu.” demez, 'İn’in gölgesi armut şeklini aldı” derdik. Yemek zamanının geldiğinden yüzde yüz emindik ama, Bedri Bey başımızdayken hiç birimiz ses çıkaramıyorduk. Bu yüzden canım burnumdaydı.Bedri Bey tekrar:
-‘Hadi bakalım devam et!’ deyince, o çocuksu cesaretimi toplayarak doğruldum, çapanın sapıyla ona, Gocadağ’ın karnında kocaman bir saat gibi duran Çatma İni’ni gösterdim. O, yelek cebinden saatini çıkardı, baktı ve saati yerine koyarken sordu:
-'Delikanlı, senin saatin mi var?'
-'Var!’ dedim. Gocadağı işaret parmağımla gösterek, ‘hepimizin saati, bak orada...’
Tarlanın kenarında bağlı duran atına doğru yürürken, saatine yeniden bakarak:
-‘Saat 1’e geliyor, yemek paydosu,’ dedi.
O gün inandım Çatma İni sayesinde işçi haklarımızı(!) da koruduğumuza. Ama, sadece öğle zamanları…

Bana bunları yukarıda resmi görülen arkadaşım, Hızırşah Köyü’nden Ahmet Balcı anlattı. Anlattıklarını üzerinde çalıştığım “Gölgeli Zamanlar” adlı öykümde kullanacağım.

Perşembe, Aralık 14, 2006

FAKİR BAYKURT

DEMOKRASİ

Arpamızı buğdayımızı
almayacaklar elimizden
Oyumuzu alacaklar.

Fakir Baykurt 1952
--------------------------------------------------

UÇAK

Binde bir
Bi uçak geçer
Biz ağlarken, bizim köyün üstünden
O kadar alçaktan geçer ki
Damlarımıza bir karış yerden.

İnip duruverecek gibi olur
"Nicedir haliniz" diye
soruverecek gibi olur...

Binde bir
Bi uçak geçer
Biz yaşarken bizim köyün üstünden.
İnip duruverecek sanırız.
"Kaçar kile buğdayınız var" diye
Soruverecek sanırız.

FAKİR BAYKURT 1951

Çarşamba, Aralık 13, 2006




Yılın ilk kuzusunu gördüm dün, Palamutbükü’nden gelirken. Bizim Koreli, keçilerin yanına birkaç koyun da eklemiş. Pembe Plaj dün epey kalabalıktı, koyun ve keçi kalabalığı. Arkadaşım Koreli’nin evi hemen koyunlardan yirmi metre yukarıda. Datça’ya gelip de Pembe Plaja gelenler hatırlarlar, o vadideki tek ev. Pembe Plaj, -Eski adıyla Gerence- kış aylarında da sessizliğe gömülmüyor. Koreli'nin koyun ve keçileriyle eski günlerini yaşıyor.

Salı, Aralık 12, 2006

Kendimin kendimle muhabbeti!

Çok sevdiğim bir yazı; belki kendimi içinde bulduğumdan...

"Sunlari bir araya toplayayim. Bir güzel muhabbet edelim" diye düsündüm. Mutfak isinden de anlarim. Donattim sofrayi. Bayagi ugrastim. Hepsinin, ayri ayri ne yemekten, ne icmekten hoslandigini iyi bilirim. Bayagi da para gitti.

Birinin yedigini öbürü yemez. Ötekinin ictigini beriki icmez. Dört kisilik sofra kurdum. Mumlari da yaktim. Bak hepsi, Erick Satie severdi. Hatirladim. Müzigi de ayarladim. Geldiler. 20 yasinda ben, 35 yasimda ben, 40 yasimda ben ve bugünkü ben dördümüz.

Birden Yirmi yasimi, otuz bes yasimin karsisina oturttum. Kirk yasimin karsisina da, ben gectim. Yirmi yasim, otuz bes yasimi tutucu buldu. Kirk yasim ikisinin de salak oldugunu söyledi.

Yatistirayim dedim. "Sen karisma moruk" dediler. Büyük hir cikti. Komsular alttan üstten duvarlara vurdular. Yirmi yasim kirk yasima bardak atti. Evin de icine ettiler. Bende kabahat. Ne cagiriyorsun tanimadigin adamlari evine.

Ali Poyrazoglu

Perşembe, Aralık 07, 2006

DATÇA'dan İKİ PORTRE (Yeniden)




İKİ ADALI

Datça’dan Sömbeki Adası’na baktığınızda, bu adanın tam güney ucundaki burundur, “Miskin Burnu.” İşte o burun, geçmiş yıllarda biz Datçalılar için “Umut burnu”ydu. İlkönceleri kurak, daha sonraları savaşlı yıllar. Yerel dilde “Alaman Harbi…” Kuraklık, kıtlık ve karneyle ekmek yılları… İnsanların gözü Miskin Burnunda. Miskin Burnu’nun uzaklığı Datça’ya on iki mil kadar. Akdeniz tarafından gelen tekneler Miskin Burnu’nda görülür ilkönce. Orada görünen yelkenliyi, bir iki voltadan sonra bilirdik, kimin teknesi olduğunu: Selim Kaptan mı? Nebil Kaptan mı? Şükrü Kaptan mı? yoksa Adem Kaptan mı? Bu teknelerde motor olmadığından volta vurarak gelirlerdi rüzgar üstüne. Birinci voltada Guruca Bük önlerine, ikinci voltada Bindallı Çiftliği’ne, Üçüncüsünde Emecik altı ve oradan Datça İskelesine girerlerdi. En kolay da Nebil Kaptan’ı tanırdık. En sık sefer yapan oydu ve rüzgarı en iyi kullanan oydu. Çünkü, Nebil Kaptan ekmeksiz kalanlar için ekmek demekti. Tahılsız kalanlar için de tahıl, yani, fasulye, nohut, pirinç vs… Kereste de getirirdi. Orta büyüklükte bir yelkenliydi teknesi. Motoru yok… Yelkenle gidip geliyordu, Antalya’ya, Finike’ye; yani, bereketli topraklara… Taa oralardan Marmaris’e, Datça’ya, Bodrum’a yiyecek taşırdı…
Nebil Kaptan’ın kayığı yelkenli dedik. Böyle olunca kayığın Antalya’dan Datça’ya gelmesi için rüzgar gerek. Bazen Akdenizde rüzgar günlerce durur. Nebil Kaptan da Akdeniz’in ortasında durur. Bazen rüzgar fırtına olur; Nebil Kaptan bir Limanda bekler. Yarımada’nın insanı da ekmek bekler. Demek ki o yıllarda Datça’nın ekmeği hep rüzgara bağlıydı… Nebil Kaptanın yelkenlerinin de, yeldeğirmenlerinin yelkenlerinin de rüzgarla dolması gerekiyordu, ekmek bulmak için.
Aynı yıllarda Eski Datça’da fırıncılık yapan bir Rodoslu vardı. Adı şevket… Tertemiz giysilerinin üstüne leke kondurmayan, tıknaz, beyaz tenli, kolundaki balık dövmesiyle tipik bir Adalı. Yıllar evvel, askerliğe gitmeden, küçük bir yelkenliyle Rodos-Datça arasında taşımacılık yaparmış. Fırtınalı bir günde teknesini batırmış, bir daha denize dönmemiş. Bahriye askeri olup İstanbul’da Saray Muhafız takımına düşmüş. Orada Saray bandosuna almışlar, eğitip borazancı yapmışlar. Sarayda dokuz yıl borazancı başı olarak askerlik yapmış. Keyfi yerinde olduğu zamanlar arkadaşlarına Saray’ı ve askerlik anılarını anlatırken ellerini ağzına tutatarak borazan çalardı ki, nasıl çalardı. Çarşı dik kulak kesilirdi onu dinlemek için. Yüksek sesle konuştuğundan biz çocuklar da uzaktan duyardık anlattıklarını.
Tekrar tekrar anlattıklarının içinde iki olay hep aklımdadır: Her Cuma günü camiye törenle giden Padişah’ın, Saray Bandosu’yla nasıl uğurlandığı ve geçtiği yerlerde toplanan halkın “Padişahım çok yaşa!” diye bağırarak nasıl tezahürat yaptıkları ve daha ilginç olanı –ki o zamanlar çocuk aklımızla, bize çok ilginç gelmezdi, - 1913 Yılı, 11 Haziran günü, Harbiye Nazırı Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın, Beyazıt’dan gelirken Çarşıkapı’da arabasının içinde öldürülüşüne çok yakından şahit oluşuydu.. Bu olay, Şevket Kaptan’ı o kadar derinden etkilemişti ki, Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülüşünü her seferinde noktası noktasına hiç değiştirmeden anlatırdı.
Şevket, askerliğinden sonra Eski Datça’dan evlenince oraya yerleşti. Evinin önündeki fırında ekmek yapıp çarşıdaki dükkanında satardı. Daha sonraları Çarşı içinde bir fırın yaptı ve fırıncılığa burada devam etti.. Ekmek dedikse köy ekmeği değildi yapılıp satılan. Has undan yapılma “has ekmek…” Datça ağzıyla “has halka.” O zamanlar insanların özlem duydukları, kuru kuru yedikleri, misler gibi kokan ekmek. Gurubu 60 para. Gurub ekmek dediğimiz bir bütün ekmeğin sekizde biri. Çeyrek ekmek üç kuruş. Ve böylece senelere göre değişen fiyatlar ama; koku aynı; Miss gibi… Yerli ekmek daha esmer. O evlerdeki fırınlarda yapılan sıradan arpa ekmeği, bazen buğday ve arpa karışık, bazen darı ekmeği. Bir de evlerde günlük yapılan “tepitme.” Hergün yerli ekmeği yiyince insanlar özlerdi has ekmeği. Bayramları iple çekerdik; harçlıklarımızla has ekmek alıp yiyeceğiz diye.“Has ekmek” deyince aklımıza Şevket Amca gelir; Şevket Amca’nın aklına da Nebil Kaptan gelirdi belki…Nebil Kaptan Giritli, Şevket kaptan Rodoslu. Türkçelerindeki şive Datça şivesinden ayrı; "kırık türkçe" mi diyelim, yoksa “ada türkçesi” mi? Giyimleri kuşamları da ayrı, yaşam tarzları da… Ticaret anlayışları daha başka.O yıllarda Datça yarımadasına para yılın belli zamanlarında girerdi. Mesela, en önemli para palamut mahsülü satıldığı zaman. Palamut deyince, aklınıza palamut balığı gelmesin. Meşe palamudunun mahsülüdür, Datça’daki palamut. O zamanlar deri ve boya sanaayiinde kullanılırdı ve iyi para getirirdi. Düğünler, dernekler, ödemeler hep palamut satıldığında yapılırdı. Doğal olarak Şevket Amca’ya halk borcunu o zaman öder,. Şevket de Nebil Kaptan’a borcunu o zaman ödeyebilirdi..Nebil Kaptan’ın teknesinde motor olmadığından mazota gereksinimi yoktu. Onun Akdeniz’de esecek rüzgara gereksinimi vardı. Esmediği zamanlarda kaptanın yolu gözlenir, ‘Marmaras’a, (Eskiden Marmaris denmez, “Marmaras” denirdi.) Fethiye’ye gelmiş mi diye o zamanın yöntemleriyle soruşturulurdu kaptan... Eğer Marmaras’a kadar gelmişse, işte o zaman Miskin Burnu’nu gözlemeye başlardık biz Datçalılar. Miskin burnunda nokta kadar görünen her yelkenlinin bir müddet yolu gözlenirdi. Bir iki voltadan sonra anlaşılırdı teknenin kimin teknesi olduğu. Nebil Kaptan olduğu anlaşılınca hemen Eski Datça’daki Şevket ‘e “Nebil Kaptan geliyor” haberi ulaştırılırdı.Un, fasulye, pirinç, çuvallarını İskele’den Datça’ya taşımak için eşekler, atlar limana Şevket Amca tarafından gönderilirken, bir de at gönderilirdi, Nebil Kaptan’ın emrine. Bir kişi de eşeğiyle Kargı’ya Hamit Ağa’dan bir oğlak getirmesi için gönderilirdi. Şevket’le Hamit Ağa’nın sıkı bir dostluğu olduğundan oğlağın bedeli her zaman bir ufak şişe rakıydı. Şevket raftan iki şişe rakıyı alır adamın heybesinin gözlerine kor gönderirdi. Bu iki şişe rakının anlamı, “iki oğlak istiyorum.” demekti. Oğlağın biri Nebil Kaptan için kesilir, diğeride ilerideki günler için tutulurdu. Kaptan için oğlak kesilmesi adeta bir gelenek halini almıştı.Kayığının içinde bir tayfa gibi gördüğünüz Nebil Kaptan’ı, karaya çıktığında tanıyamazdınız. Üstündeki takım elbise; mevsim yaz ise krem veya beyaz, tek leke yok... Başta melon şapka ve elinde dekor olarak taşıdığı bir baston., pırıl pırıl parlayan pabubuçlar… Tekneden çıkar, atına biner doğruca Şevket’in fırınına gelirdi. Şevket onu dışarıda karşılar. İlk soru: -“Nerelerdesin bre Nebil Kaptan, merak ettik seni.”Nebil Kaptan'ın cevabı::-“Boceleme bre Şevket Kaptan, boceleme.” Bu bir denizci deyimi;“rüzgar yoktu bocaladım” anlamındaydı… Şevket de eskiden kaptanlık yaptığından bu terimleri kolay anlardı. Nebil Kaptan’ın paraya ihtiyacı varsa, bunu sözle söylemezdi. Aralarında paradan konuşmayı ayıp sayarlardı. Ama, “paraya gereksinim var” demenin de, “şimdilik param yok, bekle” demenin de bir yöntemini bulmuştu bu iki adalı .Nebil kaptan dükkana girince melon şapkasını çıkarıp duvardaki askıya asmaz, tezgahın üstüne ağzı yukarı gelecek şekilde bırakırsa, bu “biraz ödeme yapabilir misin?” anlamına gelirdi. O an parası varsa Şevket Kaptan, sohbet arasında parayı şapkanın içine bırakırdı Yemek sonunda dükkandan çıkarken Nebil Kaptan, şapkasını ve parayı alır, hesabını teknede yapardı. Dükkanda ne para sayılır ne de konuşulurdu. Eğer Şevket ödeme yapamayacaksa ağzı yukarı bakan şapkayı alır, sert bi tavırla ters kapatırdı. Bu da, “Şu an param yok." anlamına geldiğinden, Nebil Kaptan hiç sesini çıkarmaz, yiyip içmeye devam ederlerdi.. İki adalının arasında 15-16 sene süren bu ticaret süresince her ikisi de alacak verecek lafını etmediler.İkinci Dünya Savaşı yıllarında Datca, Marmaris ve Bodrum sahillerine civar adalardan yüzlerce mülteci gelirdi. Bu mülteciler hepsi Bodrum’da kampa alınır, daha sonra teknelerle Kıbrıs’a gönderilirlerdi. Bu taşıma işine Nebil kaptan’da girdi. Böyle bir seferde Nebil Kaptan, Antalya kıyılarında kayığını kayalara bindirerek, dokuz mültecinin ölümüne sebep olmuştu. Bu yaptığı kaza yüzünden gururu kırılmış duruşmalarda kendini savunmak bile istememiş.. Hatta derler ki; Nebil Kaptan'ın suçsuz olduğuna inanan hakim, ama içinde bulunduğu şartlarda suçlu görüldüğü için yardım edemeyince bir duruşmada uyarmak istemiş: "Bişeyler yap bre Nebil Kaptan, bişeyler." deyip kaptanı harekete geçirmek istemiş, derler. Bu, bugünlere kadar halkın ağzında dolaşan bir söylentidir. O kaza yüzünden iki yıl ceza evinde kalmış, çıktıktan sonra da bu kazayı gurur meselesi yaparak kaptanlığa veda etmişti.Şevket Bora ise Eski Datca’daki fırınını çalıştırmaya devam etmiş, daha sonraki yıllarda İskele Mahallesi’ne taşınarak bir lokanta açmıştı. İskele Mahallesi’nin tek lokantasıydı; Kuru Fasulyesi ve taze balığıyla meşhurdu… Şevket Bora Datça’da; Nebil Kaptan ise geniş bir bölgede, Antalya’dan Bodrum’a kadar, kalıcı bir iz bırakarak geçip gittiler… İki Adalının adı da hala yöre insanlarının dillerinde dolaşır durur.İşte bugün de benim dilimdeydi…

Nihat Akkaraca

Pazar, Aralık 03, 2006

Bir Anı


TUZSUZ PELİZE*

Nihat Akkaraca

“Bu deyim de nereden çıktı şimdi durup dururken,” diyenler çıkacaktır. Böyle diyenler veya düşünenler yerden göğe kadar haklı sayılırlar. Gerçeken durup dururken nereden geldi bu aklıma şimdi. Çok önemli bir deyim de değil. Bana bunu Eski Datça yaşlılarından Hamdi amca anlatmıştı. Ara sıra aklıma gelir, geldiği gibi de gider.
Yaşasın şu blogspot edinme fırsatını bize verenler. Ben de aklıma gelmişken buraya yazar bırakırım “Tuzsuz Pelize”yi:
Kahvede kendisiyle laflarken, Hamdi Amca’ya birisi şakanın dozunu kaçırarak takılmıştı da, o da adamın arkasından söylemişti bunu: “Tuzsuz Pelize...”
O da ne demek, dercesine yüzüne bakınca:
-“Duymadın mı hiç? Eskiden tutarsız, patavatsız insanlara derdik,” dedi. Ve Anlattı:
-“Biz delikanlıyken akşamları olsun, yağmurlu havalarda olsun gayvelere gitmezdik. gayvelere bubalarımız ve dedelerimiz giderdi. Gadınlar da yağ gandilli fenerlerini yakarlar, evlere birbirlerine misafirliğe giderlerdi. Ee! Biz Eski Datça’nın delikanlıları da sokakta kalacak değildik ya. Biz de köy odasında toplanır, yakardık ocağı, otururduk karşısına, kızları konuşurduk, sevdaları konuşurduk, işleri konuşurduk. Laf bitince de aklımıza yiyecek gelirdi. Hadi bakalım bişeyler yiyelim derdik. Evlere gider kavrulacak veya pişirilecek bişeyler getirir eğlenirdik Bazen payam, bazen nohut kavurur, bazen, çok soğuk havalarda susam helvası yapardık. Bazen de kuru incire talim ederdik. Gençlik işte...
Bir kış günüydü. Üç gündür durmadan püsen püsen yağıyordu yağmur. Kimse tarlaya, çifte çubuğa gidememişti. kaç gündür odada otur otur canımız sıkıldı. Birisinin aklına nereden geldiyse pelize gelmiş. ‘Hadi pelize yapalımın,’ dedi.
-‘Allah, Allah! Nereden çıktı şindi pelize? İçinizde hiç pelize yapan var mı?’ diye birisi sorunca diğeri atıldı:
-“Ben, anam yaparken gördüydüm. Siz malzemeyi getirin ben yapıveren,” dedi.
İki kişi gittiler, pelize yapılacak malzemeleri evlerinden getirdiler. Bize pelize yapacak arkadaş sıvadı kolları, koyuldu işe. İşinin ortasında hepimizin yüzüne aval aval bakışından anladık bişeylerin yanlış gittiğini. ‘Ne oldu Osman, neye öyle afalladın?’ diye sorunca:
-‘Yahu arkadaşlar, benim unuttuğum bişey var, pelizeye tuz atılır mıydı, atılmaz mıydı bilemiyorum, ne yapacağız şimdi?’ diye sızlandı. İçimizden en genç olanına:
-‘Hadi bakalım, delikanlı! Eve kadar git, anandan öğren gel, pelizeye duz atılıyor mu atılmıyor mu?’ dedik. Delikanlı yağmuru bahane ederek pek gitmek istemedi ama, biz çıkışınca gönülsüz kalktı gitti. Fakat iki dakika geçti geçmedi, geri geldi ve daha kapıdan girerken bağırdı:
-‘Pelizeye duz atılmazmış...’
Yerine oturmaya çalışırken sordu arkadaşlar:
-’Ülen! sen beş dakikada nasıl gittin geldin eve, gitmedin de kafandan mı atıyorsun yoksa?’ dediklerin de:
-‘Valla ağalar, eve gitmeye mahal galmadı. Şuradan tam sokağa çıkıverince bizim mahalleden Fatmana’yı gördüm. Yağmurun altında kıvrakça yürüyordu. Islanmış entarisinin içinde yürüdükçe bıngıl bıngıl ediyordu bedeni. Dayanamadım laf attım. Aklımda hep pelize vardıya:
-“Gız ne güzel bıngıldıyor öyle her tarafın, ‘duzsuz pelize’ gibi, deyividim. Benim yüzüme bakmadan:
-‘patavatsız! Pelizenin duzlusu da mı oluyo?’ diyerek yürüdü gitti. İşte gız öyle deyince anladım pelizeye duz katılmayacağını. Anama gitmeye gerek kalmadı” dedi delikanlı... "

Bunları anlattıktan sonra biraz duraklayan Hamdi Amca, Ona takılan adamı göstererek:
İşte Nihatçıım, o gündenberi bunun gibi patavatsızalara biz, "Duzsuz Pelize" deriz diyerek içini dökmüş oldu.
Yazdıktan sonra dikkatimi çeken bişey oldu burada: Öyküdeki bütün kahramanlar gerçekten "Patavatsız." Hamdi Amca hariç...



*Nişastadan yapılan bir çeşit hafif bir tatlı

Pazar, Kasım 26, 2006

Datça'da ağaçlandırma başladı

Datça'da bu yaz yanmış olan yerlerin ağaçlandırılmasına şenliklerle başladık. Şarkılar ve ege zeybek oyunlarıyla başlayan ağaç dikme töreni akşam saatlerine kadar sürdü. Geçtiğimiz yaz bir yangınla kül haline gelen Gavurderesi en kısa zamanda yeniden yeşillenecek

Çarşamba, Kasım 22, 2006

JEFF

Ömrünün son on yılını DATÇA'da Datçalı gibi yaşadı. Irak'taki savaşdan dolayı Amerika ve İngiltere'yi protesto için yürüdüğümüzde en ön saflarda olurdu.
Datca Yerel Tarih Grubunu ilk kurmayı tasarlayanların arasında o da vardı. Grup çalışmalarında hiç bir toplantıyı kaçırmadı. Grubun açtığı sergilerde canla başla çalışırdı. Türkiye ve Atatürk hayranıydı. İngilizce olarak yazdığı iki ciltlik romanında Atatürk'ü, İstiklal Savaşı'nı ve Türk insanını akıcı bir dille anlattı. Kitabının yayınlanmasını beklemeden bırakıp gitti. Yazıları bir yayınevinde mirasçılarının onayını almak için beklemekte. Ölümünden evvel bıraktığı vasiyeti gereği, Datça mezarlığındaki mezarının taşında şu anlamdaki yazılar latince yazıldı: "GELDİM, GÖRDÜM, YERLİ OLARAK GİTTİM."
Nazım Hikmet ve Cahit Sıtkı Tarancı hayranıydı ve onların bazı şiirlerini türkçe ezbere okurdu.
Cahit Sıtkı'nın "Memleket İsterim" şiirinin İngilizceye çevrilmişine, bu blogun "Nihat Akkaraca-English" linkini tıklayarak erişebilirsiniz.
Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun
Kuşların, çiçeklerin diyarı olsun.


Memleket isterim
Ne başta dert ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.

Memleket isterim
Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun
Kış günü herkesin evi barkı olsun

Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun
Olursa bir şikayet ölümden olsun


Cahir Sıtkı Tarancı

Cuma, Kasım 17, 2006

BİR ANI

CAHİT ÇETE

1943 yılında, Aksu Köy Enstitüsü’ne ulaşmak üzere Datça’nın köylerinden yola çıkıp, Antalya’ya kadar zorlu bir yolculuğun üstesinden gelen altı çocuğun öyküsünü geçen yıl yazmıştım. Bu öykünün kahramanlarından biri, Cahit Çete. Enstitüyü bitirip öğretmen olmuş, öğretmenliği sırasında yazdığı bir çok ders kitabı ilkokullarda okutulmuş, yazdığı bir çok çocuk öykülerini kendi yayınevinde yayınlamış, Köy Enstitülü bir abide. Şu anda evinde bulundurduğu 43 yıllık, kesintisiz Cumhuriyet Gazetesi arşivi isteyenlere açık. Şimdi Datça, palamutbükündeki evinde hatıralarıyla emekliliğini yaşıyor.
Okuyacağınız yazı, bana yazılı olarak verdiği anılarından çok küçük bir kesit.

“Kızlankarası(1) da dikecek miyiz?”
Babam:
-Hem de en iyi yerine, yanıtını verdi.
Bunun üzerine ben daha çok hellik (2) toplamaya başladım.
Babamın yeni satın aldığı bir iki dönümlük tarlaya çevrik(3) yaptırıyorduk. Çevrik bitince incir dikecektik.
Kızlankarası denen incir o zaman köyümüzde yalnız Lütfüye halaların komşu tarlasında vardı. Dört taneydi. Onlar da suyumuzu aldığımız Lütfüye halaların kuyusuna giden yol üzerindeydi. Ben kuyudan su çekip çardağımıza giderken, kızlankaralarının ikisinin dibinden geçerdim. Başka hiçbir tarlada bulunmayan kızlankaralarına imrenir, Lütfüye hala görmeden, birkaç tane koparmak isterdim. Lütfüye hala bu niyetimi bildiğinden, ben tam kızlankaralarının altından geçerken, birkaç tane koparmak için, kimse görüyor mu diye bakındığımda, Lütfüye halayı çardağının kapısında beni gözetlerken görürdüm. Yine de bazen birkaç incir aşırmayı başarırdım.

**************
Anam “turpotu hazır” dedi. Karınlarımız acıkmıştı, doyurmalıydık. Anam, biz çalışırken ara vermiş, turpotu toplayıp küçük kazanda kaynatmıştı. Kazandan suyunu döktü, tuz ekti. Tuzumuz yazdan vardı. Ağabeyim deniz kenarındaki kayalıklardan, gide gele epeyce toplamıştı. Zeytinyağımız biteli çok olmuştu. Çoktan beri ekmeğimiz, unumuz da yoktu. Haşlanmış, yağsız turp otunu kazanın içinden elimizle alıp ağzımıza tıkıştırdık.
Yanımızdaki tarlada ekinlerin başakları görünmüyordu. Başaklar bir dolgunlaşsalar, sararmasalar da olur. Anam onları saçı ters çevirerek, ateşte kurutmasını iyi biliyordu. Kurutulan taneleri el değirmeninde öğütmeyi ortaklaşa yapıyorduk.
Haşlanmış, yağsız turp otunu ekmeksiz yerken önümüzde yükselen dağın tepesinde uçaklar göründü. Bunlar bombardıman uçaklarıydı. Gölgeleri tepeden aşağıya doğru hızla geliyordu Ahh! Gölgeler bizim üstümüzden geçmeseler bari. Gölgelerinde üşüme tutuyordu. Bulut gölgelerinde de böyle oluyordu.
Biraz sonra uçaklar Sümbeki(4) adasının üzerine varacaklar, biz bombaların sadece seslerini duyacağız… Ve yağsız, ekmeksiz de olsa, bomba yerine turpotu yediğimize şükredeceğiz…..

(1)Kızlankarası; Bir cins incir. Taze olarak yendiğinde incirlerin en lezzetlisi
(2)Hellik; Moloz taş
(3)Çevrik; Tarlanın çevresine yapılan taş duvar
(4)Sümbeki ; Datça'nın tam karşısında bir Yunan Adası

Pazartesi, Kasım 13, 2006

Haşim Kanar'ı kaybettik

YADIRGADILAR BİZİ

Urbalarımız bozdu
Toprak renginde
Yamasız temiz
Öyle uydu sırtımıza
Nedense yadırgadılar bizi

Potinlerimiz beykozdu
Beykozun içinde ilk kez
Çorap gördü ayaklarımız
Okşar gibi giydik ikisini de
Nedense yadırgadılar bizi

Yüzlerimiz güneş yanığı bronzdu
Ellerimiz katı katı
İş görmekten
Başlarımız dik
Kendine güvenmekten
Nedense yadırgadılar bizi

Bilgi kentin tekelinde yozdu
Kız kaçar gibi geldi bize
Ne çok severmiş doğayı
Ekmek su yerine geçti yanımızda
Boy verdi ağaç ağaç yapı yapı
Nedense yadırgadılar bizi

Köy yolları göklere dek tozdu
Okundukça kitap
Sallandıkça kazma kürek
Kitabın kabında
Kazmanın sapında
Köy köy diye gümbürderdi yürek
Nedense yadırgadılar bizi

Köy çok sayımız azdı
Düşümüze girdi köyler
Yeni baştan kurduk kafamızda
Umut ocakları tüttü yirmibir yerde
Nedense yadırgadılar bizi

Yazımızı yazanlar kara yazdı
Başımıza yıkıldı tasarladığımız köyler
Umutlarımız boğuldu doğmadan
Suç sayıldı çalışmak
Suç köy köylü demek
Hala nöbet tutuyor
Dizleri göğsümüzde
Elleri boğazımızda kara yazı yazanlar
Nedense yadırgadılar bizi

Kuyumuzu kazanlar derin kazdı
Sizin olsun sizden gelen bana
Sizin bu boyun bağı
Özledim boz urbayı
Bırakın elimi kolumu
Özledim doyasıya çalışmayı
Nedense yadırgadılar bizi

Dilimizde türkü elimizde sazdı
Köylerden geldik tek tek
Biriktik öbek öbek
Çalıştık küme küme
Kapanmadan görürse gözlerim
Yeniden açıldığını Enstitülerin
Yanmam öldüğüme
Nedense yadırgadılar bizi

HAŞİM KANAR

Pazartesi, Kasım 06, 2006

BİR FIKRA




İnat
Nihat Akkaraca
Köyünde geçim şartları zorlayınca kalkıp Ankara’ya çalışmaya geldi. Zeki, kaabiliyetli, yakışıklıca bir gençti. Dürüstlüğü ve bilgiçliği sayesinde kısa zamanda işyerinin önemli elemanlarından birisi durumuna gelince, patronunun gözünden kaçmadı. Evlilik çağına gelmiş kızını bu adamla evlendirirse gözü arkada kalmayacaktı. Ne yaptı etti, bir yöntemini bulup isteğini gerçekleştirdi. Bu çalışkan köy delikanlısı damadı oluvermişti patronun.
Evlilik, ilk günler iyi gitti ama, günler geçtikçe karısı değişmeye başladı. Çok güzel ve özel birisi olduğunu düşünüyor, kocasını biraz hor görüp, her fırsatta canını sıkmak istiyordu. Adam eve bir paket revaniyle gelse, paketi açar bakar:
“Aaaa! Beyaz peynir mi aldın kocacığım?” der adamın canını sıkıyordu.
Adam:
“Yok, karıcığım! Tatlı bu, tatlı! hani revani var ya işte o…” dediğinde:
“Yok, revani değil, beyaz peynir, beni cahil mi sandın?” der, mutlaka tartışma çıkarır, bir de üstüne üslük haklı çıkardı. Çünkü adam, kavga çıkmasın diye:
“peki, karıcığım, beyaz peynir olsun, ne yapalım,” deyip kabullenmeye başlamıştı artık.
Kocası, hediye olarak kendisine bir çift pabuç alıp gelse, hemen başlardı:
“Ayyy, kocacığım, ne güzel terlik almışsın böyle…” der, adamın burnundan getirirdi..
Adam saatlerce dil döküp, almış olduğu hediyenin terlik değil, ayakkabı olduğunu anlatmaya çalışır ama, ne çare… Dinleyen kim. Terlik der, başka bişey demezdi.

Adam, şehire geleli yıllar olmuş, köyünü özlemişti. Biraz da patronun güzel kızıyla evlenmiş olmanın havasını atmak istiyordu köyünde. Bu isteğini aylar evel inatçı karısına açarak, sonunda ikna etti onu da köyüne tatile götürmeye.
Yolculuğun bir kısmı uçakta geçiyordu. Tartışma uçakta da başlamıştı. Kadın tutturmuş:
“Ne büyük otobüs bu,” deyip başka bişey demiyordu. Adam her ne kadar:
“karıcığım, hiç olmazsa şu tatili burnumdan getirme, şu inadı iki hafta için bırakıver” dediyse de vazgeçmiyordu kadın. Adamın ak dediğine, o kara diyordu. Uçaktan inip köye giden minibüse bindiklerinde köye varıncaya kadar dil döktü adamcağız. Bu sefer bayağı yumuşamıştı. Hiç olmazsa bindikleri münübüse kamyon falan dememiş adamı biraz rahatlatmıştı. Adamın; “Ne olur on beş gün dişini sıkıver, bu inattan vazgeç." önerisine:
“olur” deyivermişti . "Onbeş gün değil mi? Ne olacak idare ederim” diyerek kocasına söz vermişti.
İlk üç gün çok iyi gitti durum. Gayet uyumlu karı koca olmuşlar, mutluluk tabloları çizmekteydiler.
Bir sabah erkenden kalkıp kahvaltılarını yaptılar. Kahvaltıdan sonra sıcaklar bastırmadan nehir kenarında bir yürüyüş yapmak üzere evden çıktılar. Önlerine çıkan köprüye girmeden evvel buğday başakları sararmış, tam biçme tavında bir ekin tarlasını gördü adam.
“Ne güzel ekin, tam da biçme zamanı,” deyince, kadın sordu:
“Bu ekini ne ile biçerler burada?”
“Orakla,” dedi adam
“Yok! yanlış biliyorsun, ekin orakla biçilmez, makasla biçilir.”
“Yok, karıcığım. Makasla ekin mi biçilir. Şimdiye kadar duyulmuş şey değil. Sakın köylülerimin yanında da böyle söyleyip beni gülünç duruma düşürme.” deyince kadın:
“Yok! sen benden iyi mi bileceksin, makasla biçerler ekini.” deyip başladı ınada.
Orakla, yok makasla, derken köprünün tam üzerine gelmişlerdi. Adamın da artık canı burnuna gelmişti. Bütün metanetini kaybedince:
“Ömrüm boyunca seninle mi uğraşacağım.” deyip kadını köprüden aşağıya itiverdi. Köprünün altından akan azgın suya düşen kadın, bir zaman yüzüp kurtulmaya çalıştı fakat, olmuyordu. Tamamen sulara gömülürken, sadece sağ kolu suyun dışına çıkmış, parmaklarını oynatarak makas işareti yapıyor, ekinin makasla biçildiğini anlatmaya çalışıyordu.
Köprünün üstünde bir müddet oturup düşünen adamın aklı başına gelmiş, onu armaya karara vermişti. Yerinden kalkarak ırmağın kenarından yukarılara doğru giden yolda yürümeye başladı. Epey yürüdükten sonra tanış iki köylü çıktı karşısına. Köylü arkadaşları sordu:
“Böyle tek başına vadinin yukarısına doğru nereye gidiyorsun?”
“Karım şuradaki köprüden ırmağa düştü, onu aramaya gidiyorum.”
Adamlar şaşkın, ağızları bi karış açık::
Aşağıdaki köprüden düştüyse karın, neden buralara gelsin? Nehrin aşağısına gitmez mi? Buralarda neye zaman yitirirsin? Köprüden aşağılarda arasana karını.”
Adamın cevabı daha da şaşırttı köylü arkadaşlarını:
Nehre düşen sizin karılarınızdan biri olsaydı, haklıydınız. Aşağılarda aramak gerekirdi. Ama benimki o kadar inattır ki, mutlaka ve mutlaka akıntının tersine gitmiştir, o,”
diyerek nehrin yukarısına doğru yürüdü gitti…

Salı, Ekim 10, 2006

7 Ekim Cumartesi günü, Prof Numan Tuna rehberliğinde Sarı Liman'daki sitede Apollon tapınağına gittik.
Eski Datça Sohbetleri Grubu ve Dadyader Derneğinin düzenlediği gezi, Numan Tuna'nın bilgilendirmesiyle muhteşemdi. Datça'da her yıl gelenek haline gelen bu gezileri, gelecek yıllarda daha kapsamlı, bayram havasında yapmayı düşünüyoruz.. Kimbilir belki Datça dışından da ziyaretçiler getirebiliriz.

Perşembe, Eylül 21, 2006

BENEK (Spot)


Bu da kedimiz Benek. Bir aydır bizimle yaşıyor. Eh! bizimle yaşamaya karar veren birinin soyuna sopuna bi bakalım dedik, açtık internet sayfalarını...Bir sayfadaki resimlere bir de bizim beneğe baktık Karşımıza Mısır soylularından biri çıktı..Soruşturmayı, araştırmayı orada bıraktık. Soyu belki Kleopatra'ya kadar uzanacak, neredeyse.
Biz onu Türkçe adıyla "Benek" olarak çağırırken, bize gelen yabancılar Spot olarak çağırıyorlar. Diyeceğimiz şu ki Mısır kedisi soyundan gelme bir kedimiz var...

Cuma, Eylül 08, 2006

HARNAME


Harname’den

Bir eşek var idi zaif u nizar.
Yük elinden katı şikeste vü zar
(Zayıf, çelimsiz bir bedbin eşek vardı.
alemin yükünü çekmekten bitkindi gayri)
Gah odunda vü gah suda idi
Dünü ü gün kahr ile kisuda idi
(Bazen odun bazen su taşıyordu
Lakin sıkıntıdan çatlıyor,
Her daim kahrediyordu kaderine)
Dudağı sarkmış u düşmüş enek
Yorulur arkasına düşse sinek
(dudakları sarkmış, çenesi düşmüştü ineğin)
kıçına sinek konsa yara zannediyordu,
yani o derece)
arkasından alınsa palanı
sanki it artığıydı kalanı
(yükünü çıkarınca
darası sıfıra tekabül edecekti handiyse he)
Bir gün ıssı eder himayet ana
Yani kim gösterir inayet ana
(Bir gün sahabı eyilik etti ona
ve serbest bırakıp saldı çayırlara
kocaman bayırlara)
aldı palanını vü saldı ota
otlayarak biraz yürüdü öte
(yürüyor eşeğimiz)
gördü otlakta yürür öküzler
odlu gözleri gerlü göğüzler
(ah birde baktı ki eşek, semiz öküz dolu ortalık,
göğüslerini gere gere dolanıyorlar üstelik)
Har-ı miskin eder iken seyran
Kaldı görüp sığırları hayran
(takıldı eşek,
baktı durdu sığırlara mel mel)
ne yular derdi ne gam-ı palan
ne yük altında hasta vü nalan
(öküzlere hasta olan eşek,
amanin dedi:
ne yük ne de yular dertleri var bu deyyusların)
acebe kalır ü tekeffür eder
kendi ahvalini tasavvur eder

(şaşırıp kendi halini düşündü eşek tabii,
allahın öküzüne bak, dedi içinden)
ki biriz bunlarınla hilkatte
elde ayakda şeki ü suretde

(hem bende de aynı kol-bacaktan var ne yani,
vay öküz oğlu öküzler diye sitem etti)
var idi bir eşek ferasetli
hem ulu yollu hem kiyasetli

(hadiseye muhteşem bir eşek
duhul oldu bu esnada)
ol ulu katına bu miskin har
vardı yüz sürdü dedi ey server

(bizim eşeğin de aklına geldi bu bilge eşek,
hemen davrandı, akıl almak için süründü bilgeye)
sen eşeksin ne şek hakim-i ecell
müşkülüm var keremden itgil hall
(dedi ki: sen müthiş, fevkelade bir eşeksin
anlatmaya kelime bulamıyorum yani,
n’olur derdime bir çare bul eşekzadem)
bugün otlakta gördüm öküzler
gerüben yürür idi göğüzler
yok mudur gökde bizim ıldızımız
k’olmadı yeryüzünde boynuzumuz

(anlattı uzun uzun
öküzlerin gergin vücut ölçülerini;
akabinde de: yok mudur bizim
gökde zodyak’a bağlı burcumuz,
da olmadı yerde bir cilalı boynuzumuz,
diye ağlandı bizimki)
böyle verdi cevabı pir eşek
k’iy bela bendine esir eşek
(bilge eşek şöyle bir gerindi ve
dedi ki: ey belasını bulmuş eşek)
dün ü gün arpa buğday işlerler
anı otlayıp anı dişlerler

(o dandik öküzler, hergün arpayla,
buğdayla oynaşıyorlar,
bön bön trenin icad edilmesini bekliyorlar,
başka bir olayları yok,
a benim beyni düdük yeğenim,
manyadın mı sen ayol)
bizim ulu işimiz odundur
od uran içimize o dündu
r
( hem bizim odun işinde
acayip para var angut eşek,
hele sen bir gör,
şu iki-üç yıl içinde patlayacak odun piyasası,
ey deli eşek, hadi de get bozma kafamı,
diyerek de bitirdi bilge eşek)
döndü yüz derd ile zaif eşek
(e anladınız herhalde:
eşeğimiz ziyadesiyle mahzun)
varayın ben de buğday işleyeyin
anda yayılıp anda kışlayayın
(bizim eşeğin aklı hala buğdayda, arpada,
konuşup durdu kendi kendine)
gezerek gördü bir göğermiş ekin
sanki dutardı ol ekin ile kin
(bu arada gezerken serpilmiş güzel ekinleri gçrdü,
gördükçe dellendi,
hırsından çatlayacak gibi oldu tabii)
eyle dedi gök ekini terle
ki gören der zihi kara tarla

(ekinlere öyle bir daldı ki bizim haset eşek,
hepsini anında hacamat ederek yedi,
oh üstümüze afiyet)
başladı urlayıp çağırmaya
anub ağır yükün anırmağa

(taşidiği yükleri hatırlayarak ilendi geçmişine ,
bas bas bağırdı olduğu yerde)
çıkarır har çün enkerü’l-esvat
ekin ıssına arz olur arasat
(en bet sesiyle çağırırken eşek,
mal sahıbı da hadiseyi çakozladı elbet)
ağaç elinde azm-ı rah etdi
(elinde sopa yola çıktı sahip,
tarumar olmuş tarlasını görür görmez
çok pis bedbaht oldu tabii;
ilençle ver yansın etti:
vay seni gidi oğlu gidi,
gayrısina soktuğumun müsibet hayveni)
daneden gördü yeri pak olmuş
gök ekinliği kara hak olmuş
yüreği soğumadı söğmeğ ile
olımadı eşeği döğmeğ ile
(sahip, önce eşeğe ana –avrat dümdüz gitti,
lakin kesmedi tabi bu kadarı sahibi,
odununan da bir güzel benzetti bizim akılsız eşeği,
eşek sudan gelinceye değin dövdü bir güzel,
eh dövülen eşek olduğu içün de, eşek suya hiç gidemedi,
e gidemeyince dönemedi de bittabi, ah ah)
bıçağını çekdi kodi ayruğunu
kesdi kulağını vü kuyruğunu
(yine hıncını alamadı elbet sahip
bıçağınan kesdi eşeğin kuyruğunu, kulağını)
kaçar eşek acıyarak canı
dökülüp yaşı yerine kanı

(e malumunuz)
uğrayu geldi pir eşek na-gah
sordı halini kıldı derd ile ah
(o anda bilge eşek damladı ortama,
ve sordu:
n’oldu sana böyle a benim eşek yiğenim)
batıl isteyü hakdan ayrıldım
(bizim eşek zırladı vor vor; ve:
istedim hakkım olmayan bir muz,
kulaktan oldum takacakken bir çift boynuz,
diyerek anırdı uzun uzun…


Bu şiir internetteki Ekşi Sözlük adlı siteden alınmıştır. Çeviri: Atlantisten gelen zekiye

Datça'dan bir eşek masalı















FİLOZOF EŞEK

Yazan: Nihat Akkaraca

BİLGE EŞEK


Datça Yarımadası’ndaki eşeklerin en akıllısıydı. En yaşlısı ve tecrübelisi de oydu. Eşeklerin çoğu onu yakından tanırlardı. Her gün sahibini sırtına bindirir, Goru’daki evden taa Gızılcaöğün’e giderler, akşama doğru bi’ yük odunla eve gelirlerdi. Eşek, gerçekten çok akıllı olduğundan, sahibi onu o kadar çok severdi ki, yıllardan beri aralarında en ufak bir anlaşmazlık çıkmamıştı. Adamın bütün hayatı eşeğiyle geçtiğinden zamanla eşeğin dilinden anlamaya başlamıştı.

Bir gün sırtında odun, arkasında yaşlı sahibi Osman, Kamança Deresi’nden Gargı’ya inip Arap Memed’in evinin yanına geldiklerinde, kulakları sağır eden eşek anırtıları ve nal sesleri duydular. Sesler, deniz kenarındaki Petro Tarlası’ndan geliyordu. Durup dikkatle baktıklarında tarlaya doluşmuş altmış kadar eşek gördüler. Eşek anırtılarına iyice kulak veren Bilge Eşek, hem cinslerinin bir bayram hazırlığı içinde olduklarını anladı. ve anladıklarını Osman’a hemen tercüme etti.

Osman:
“Allah Allah! Ne bayramıymış bu? Doğrusu merak ettim.” dedi
“Ben de anlamak isterim bizim bu eşşeoğlueşşekler neyi kutluyorlar acaba? Şunların yanına kadar gitsek de bi sorsak.” deyince:
“Tamam!” dedi Osman. “ hadi gel, şunlara bi bakalım, öğrenelim maksatlarını.” .
“Bardak Fırının yanından deniz kenarına indiler, çakıllara bata çıka ilerleyip Petro Tarlasına girdilerinde, ikisi de gördüklerine inanamadılar. O güzelim pamuk ve susam tarlasının durumu içler acısdıydı. Dizboyu yükselmiş olan pamuk ve susam bitkileri, çifte atarak tarlada koşturan eşşeklerin ayakları altında yastık gibi yerlere yatmış, henüz olgunlaşmamış karpuz ve kavunlar parçalanıp etrafa saçılmış, ayakta yalnız mübadeleden önce, Petro zamanında dikilmiş olan portakal, mandalin ve turunç ağaçları kalmış. Eşeklerin bazısı sırtlarındaki semerleri yere atmış çifte atarak sağa sola koşuyor, bazısı kafalarını ileri uzatmış anırarak bayramlarını dağdaki eşekler duyurmaya çalışıyor, bazıları da bir araya gelmiş ayakta sohbet etmekteydi.

Bilge Eşek’i gören eşeklerden bir kaçı, sırtında odunla bile ayramımızı kutlamaya gelen soydaşımız var diye çok sevindiler. Koşarak gelip “Hoş geldin” anırtılarıyla karşıladılar Bilge eşeği. Bilge Eşek; onu karşılayanlarla kısa bir sohbet ettikten sonra, Osman’a tercüme etti konuştuklarını:
“Yıllardır Datça’daki eşeklere semer yapan Semerci Mahmut dün ölmüş. O ölünce artık semer yapan olmayacak, semer olmayınca da bizim bu eşşekler yük taşımaktan kurtulacaklarmış. Bugünü bayram ilan etmeleri bu yüzdenmiş. Ben bu zavallı soydaşlarımdan utanç duyuyorum doğrusu. Kafaları hiç çalışmıyor…İzin ver de ben şu aptallara şurada kısaca bi’ konuşma yapayım. Kutlayacakları bu aptalca bayramdan belki vazgeçiririz, dedi

Bizim bilge eşek, sırtındaki odun yüküyle, deniz kenarındaki terkedilmiş Petro Evi’ne doğru yürüdü, evin tarla tarafına yapılmış olan yarım metre yüksekliğindeki avlu duvarına ön ayaklarını koyarak yükseldi. Kürsüye çıkmış, nutuk atmaya hazırlanan bir politikacı gibi dinleyenleri gözden geçirdi ve en yüksek sesiyle anırmaya başladı. Bu anırmanın Türkçesi şöyleydi:
“Beni dinleyin aptal soydaşlarım! Semerci Mahmut öldü diye sevinip kutlamak istediğiniz bu bayramdan vazgeçin. Aksine, yas tutun, yas!” Yüksek perdeden bu anırtı hepsinin dikkatini Akıllı Eşek’e çekmeye yetmişti. Bütün eşekler susmuş, dikkatle onu dinlerken, başka bir anırtı duyuldu:

“Sen kendini akıllı mı sanıyorsun, ihtiyar? Bak hala sırtında odunla dolaşmakta ve konuşmanı bile sırtında odunla yapmaktasın. Sende akıl olsa çoktan o yükten kurtulurdun.” diyerek akıllı eşeğe verip veriştirmeye başladı. –Bu eşşek herhalde kutlamayı tertip komitesindendi- Eşeğin konuşmasını hepsi anırarak alkışladılar. Anırtı, Kargı koyunun yamaçlarında, Gökdere ve Kamança boğazında yankılandı.
Onu sabırla dinleyen Bilge Eşek tekrar söz aldı:

“Evet, sırtımda odunla dolaşıyorum ve bu yükle sizleri uyarıyorum. Neden? Çünkü sırtımdaki semer öyle ustaca yapılmış ki, sırtıma öyle güzel oturuyor ki, yükümü iki katına çıkarsalar da, size bir saat daha nutuk çekebilirim burada. Sırtımdaki bu mükemmel semer, öldü diye sevindiğiniz semerci Mahmut Usta tarafından yapılmıştı. Bundan sonra olacakları ben size söyleyeyim: Zannediyor musunuz ki, Semerci Mahmut öldü diye sahipleriniz size semer yaptırmayacak? Şaşarım aklınıza! Hem de semerleri kim yapacak biliyor musunuz? Ben, üzerimde dolaşan “yavsılar[1]” kadar eminim ki, bundan böyle semerlerimizi, başka semerci olmadığından, Semerci Mahmut’un acemi çırağı Kör Sadullah yapacak. Zaten bir gözünü geçen yıl semer yaparken kaybetti. Yaptığı beş on kadar semeri hangi soydaşımız kullandıysa sırtları iki günde yahır[2] oldu. Çünkü semerin çulunu kaşa bağlarken attığı düğümleri keçenin içinde değil dışında bırakmıştı. Ne kaş yapmasın, ne keçe dikmesini, ne sırtımızın ölçüsünü almasını bilir, ne karın kolanından anlar ne paldumdan. Yaptığı semerler sırtlarımızda yara açınca arayacaksınız rahmetli Mahmut Usta’yı. Dua edin şu anda sırtınızda taşımakta olduğunuz semerler eskimesin. Bakın bazılarınız semerini yere atmış. Onları hemen alın, temizleyip sırtlarınıza bağlayın. Yoksa en yakın zamanda Kör Sadullah semer yapmaya başlayacak, usta oluncaya kadar onun yaptığı semerler sırtlarımıza iyi oturmayacak, keçenin dışında bıraktığı düğümler sırtımızda yaralar açacak, semer sırtımızda dandirik duracağından yükler devrilip belimizi zedeleyecek. Anladınız mı şimdi bu kutlamanın aptalca olduğunu? Semerci Mahmut öldü diye bayram yapacağınıza, yasını tutun. Şunu da unutmayın: Gelen gideni arattırır…”

Tarladaki bütün eşekler kulaklarını dikmiş, bakışlarını akıllı eşeğe doğru çevirmiş, dikkatle onu dinlemekteydiler. Konuşma bitince bir müddet sessizliğe gömüldü Gargı Koyu. Belli ki eşekler söylenenleri hemen algılayamamışlardı. Kısa süren bir sessizliktren sonra eşekler arasında bir kaynaşma başladı. Sırtlarındaki semerleri yere atmış olan eşekler, semerlerindeki çamurları ayakları ve kocaman dudaklarıyla temizlemeye başladılar. Belli ki, akıllı eşeğin dediklerini anlamaya başlamışlardı. Diğerleri de sessizliği bozup akıllı eşeği en yüksek perdeden anırtılarla, müthiş bir şekilde alkışladılar. Bu alkış, kutlama komitesindeki eşeğin alkışlanmasından on kat daha gürültülüydü. Neredeyse on mil ötede Sömbeki Adası’ındaki Rum eşekleri bile alkış sesini duymuş olmalılardı. Kutlama eylemi durmuş, bütün eşekler sakinleşmişti. Olanları dikkatle izleyen Oduncu Osman’ın yanaklarına doğru birkaç damla yaş süzüldü.. Böyle bilgili bir eşeğe sahip olması onu çok duygulandırmıştı. Osman, gözlerinde yaş, ayakta çakılmış kalmış, ne yapacağını ne diyeceğini bilemez durumdayken, eşeğinin gür sesiyle irkildi:

“Haydi iyi kalpli sahibim ve yoldaşım, yolumuza devam edelim, geç kalıyoruz. Biz görevimizi yaptık. Umarım büyük bir yanlışlığı da önledik. Buraya gelmeme izin verdiğin için sağol. “

“Eve varınca yarım kile arpayı hak ettin.” dedi Osman.

“Sağol, saman da olsa olur ama, biraz arpaya hayır diyemem.” diyerek Goru’daki evlerine bir an evvel varabilmek için, Osman arkada eşek önde, Mendelle Yokuşu’nu yorgun argın tırmanırlarken bilge eşek, sahibine anlatıyordu:

“Ben henüz küçük bir sıpa iken rahmetli dedem anlatmıştı. Bizim bu aptal soydaşlarımız yıllar önce de böyle bir eşşeklik yapmışlar. Anlatmamı ister misin?” dediğinde, Oduncu Osman:

“Tabii anlat, dinlerim. Daha bi sigara içimi yolumuz va önümüzde.” dedi.

Eşek anlatmaya başladığında Mendelle yokuşunu bitirmişler, Goru’daki eve yaklaşmışlardı. Bir soru sorarak anlatmaya başladı:
“Sen hiç düşündün mü, neden erkek eşekler bir eşek dışkısı gördüklerinde mutlaka burunlarıyla onu deşer parçalarlar ve dağıtırlar?”

“Erkek eşeklerin eşek pisliği gördüğünde onu burnuyla dağıttıklarına tanık oldum ama, neden öyle yaptıklarını hiç düşünmedim doğrusu,” diye cevapladı eşeğini Osman.
Eşek anlatmaya devam etti:

“Bizim geçmişimiz seni ilgilendirmediğinden, bunu bilmemen doğal. Ben dedemden dinlediklerimden aklımda kalanları anlatayım:
Yıllar önce, yük taşımaktan bıkıp usanan eşekler örgütlenerek insanlara başkaldırmak istemişler. Böyle bir karar almak için toplandıklarında içlerinden birisi demiş ki:
‘Arkadaşlar! İsterseniz eyleme kalkışmadan önce ülkenin kralına ülkenin bir dilekçeyle başvuralım, durumumuzu anlatalım. Eğer dilekçeye olumlu yanıt alamazsak eylemi o zaman başlatırız.’
Bu öneri büyük bir çoğunluıkla kabul edilmiş. Okuma yazma bilen akıllı bir eşeğe uzun bir dilekçe yazdırmışlar. Dilekçede, bazı insanların onları nasıl hor kullandıklarını, sırtlarına sardıkları ağır yük yetmezmiş gibi, yükün üstüne bir de kendilerinin oturduğunu, ağırlığı taşıyamaz hale gelip yola yığıldıklarında sahiplerinden masıl dayak yediklerini ve belli bir yaşa geldiklerinde, semersiz çulsuz, dağlara bırakıldıklarını bir bir anlatmış, insanların acımasızlığını vurgulamışlar. sonra eklemişler; bütün bunlar bir yana, iyilikten anlamazlar. Bir iki aylıkken anasız kalan bebeklere, ana sütüne en yakın süt diye bizim sütümüzü içirdiklerini,i huylu olsun diye, bizim dilimizi kesip kötü huylu kocalara yedirdiklerini, bütün bunlara karşın kadir kıymet bilmediklerini bir bir anlatmışlar dilekçede… Sonunda da ‘Bizi bunlardan kurtarın, yoksa biz başımızın çaresine bakacağız gibi’ bir tehditle dilekçeyi noktalamışlar.
Bu dilekçeyi krallarına ulaştıracak genç bir erkek eşek seçmişler. Genç eşeğin yolu çok uzun olduğundan, yola çıkmadan önce karnını iyice doyursun diye akşamdan bir samanlığa bırakmışlar. Samanlıktaki bol saman ve arpayla kendinden geçen eşek, semerinin altına sıkıştırılmış dilekçeyi kaybettiğini sabah anlamış. Ahırdaki samanları saatlerce karıştırmış, dilekçeyi bulamamış. Sabah erkenden onu yolcu etmek için samanlığa gelen diğer eşekler durumu öğrendiklerinde, dilekçeyi samanla birlikte yemiş olabileceğini düşünerek, eşeğin o gece yaptığı dışkıları burunlarıyla deşerek aramaya başlamışlar. O gün bu gündür benim aptal soydaşlarım gördükleri her eşek dışkısının içinde o dilekçeyi arar dururlar. Valla, ben bunların bu durumlarını gördükçe eşekliğimden utanıyorum.”
Akıllı eşek lafını bitirdiğinde evin avlu kapısından içeri girmişlerdi. Bilge Eşek, yükünden kurtulduğu her günkü yerde, avlunun ortasında durdu. Osman, odunları indirmeden önce eşeğin önüne geçerek onu iki kulağı arasından öptü:

“Sen ne bilgili eşekmişsin yahu, yaşlandıkça filozof oluyorsun.” diyerek iltifat eti.. Bu iltifattan hoşlanan eşek, alçak gönüllüğünü göstermek için:

“Fazla abartma Osman, bu kadar aptal eşeğin içinde filozof geçinmek zor olmasa gerek,” dedi.
Onlar avluya girerken ayak seslerini duyup odunların indirilmesine yardıma gelen karısı Fatma, kocasını eşeği öperken görmüştü:

“Bizim uzun kulakla aranızdaki muhabbete hayranım doğrusu. diye takılınca, kocası:

-“Bu öpücük sevgiden öte, bilgiye olan saygımdan. Sana biraz sonra anlatırım olup bitenleri.” dedi.
Bu arada ikisi de odun yükünün birer tarafına geçip urganın ilmeğini çözmüşlerdi. Osman, bir, iki,üç deyince ilmekler aynı anda çekildi ve odunlar aynı anda yere yığıldı. Eşek derin bir nefes aldıktan sonra burnundan çıkardığı “furrrkk, furrrk” sesleriyle hakettiği arpayı hatırlattı sahibine. Oduncu Osman akşam yemeğinde o gün olanları karısına anlatırken, eşeği de ahırında, kafasına asılmış torbadan arpasını yemekteydi. Karınlar doyurulduktan sonra erkenden yatılıp dinlenilecek. Çünkü; her günkü gibi ertesi sabah, şafakla yola çıkılacak, Kamança Deresi’nden tırmanılıp Gızılcaöğn’e oduna gidilecekti…


[1] At ve eşekler in üstünde yaşayan bir tür sinek. At sineği.
[2] At ve eşeklerin sırtında açılan yara.


*Yahır: Eşek ve atların bedeninde oluşan yara (Datca ağzı)

Çarşamba, Ağustos 30, 2006

İki fıkrayla günaydın

BREJNEV’İN VE KRUŞÇEV’in zekaları


Dün Akşam şöyle bi dolaşmak için limana doğru yürüdüğümüzde barlardan birinin önünde biralarını .içen tanıdık bi arkadaş grubuna rastladık. Henüz taa uzaktan gördüklerinde ayağa kalkıp oturmamız için ısrar ettiklerinde dayanamayıp oturduk. Grup biraz milletlerarası gibiydi. Biri (erkek)Alman, biri (erkek)Avustralyalı, biri (bayan)Rus, biri (bayan) Türk; ikide biz, karı koca.
Sohbet dönüp dolaşıp henüz Türkiye’de Televizyon yayını yokken, bizim Sinop’ta Rus ve< Romen kanallarının nasıl izlediğimiz konusuna gelince ben, bir gün Brejnev’in Tv ye çıkıp üç gün devamlı konuşma yaptığını anlattım. Çünkü o üç gün içinde Rus kanalını ne zaman açarsak açalım, Brejnevi kürsüde konuşurken görüyorduk.
Bunu anlatınca Gruptaki Rus bayan gülümseyerek konuya girdi:
“O,” dedi, “yaptığı konuşmanın çok uzun oluşundan değil, okuma özürlü olduğundan öyle uzatırdı” deyip fıkra gibi bir şey anlattı:
“Moskova Olimpiyatları’nın açılış konuşmasını yapmak için kürsüye çıkan Brejnev, başlamış elindeki yazıları okumaya:
“O, O,. O,” Dördüncü O’yu demeden kürsünün yanında duran bir bürokrat paçasından çekiştirmiş, Brejnev’i:
“Başkanım” demiş. O O’lar okunmayacak, onlar Olimpiyatın logosu, yani sembolü…
“Öyle mi?” deyip devam etmiş Brejnev konuşmasına…


Bunu dinleyince ben de herkesin bildiği, fakat henüz kendisinin bilmediği bir fıkrayı anlattım Rus bayana:
Kruşçev Batı Almanya ziyaretinden gece yarısından sonra dönmekteyken, kışın dondurucu soğuğunda trenin pencerisini açıp kolunu pencereden aşağı sarkıtıp, geri çekiyormuş. Aynı kompartmanda seyehat edenler buna pek anlam verememişler ilkönceleri.
Hatta içlerinden biri: “Sayın Başkanım” demiş. “Eğer hava durumunu öğrenmek istiyorsanız, emredin hemen öğrenelim.
“Yok” demiş Kruşçev, “Ben nerede olduğumuzu anlamak için böyle yapıyorum” dediğinde herkes sadece birbirlerinin yüzüne bakmışlar.. Aradan bir yarım saat geçtikten sonra Kruşçev tekrar kolunu aşağıya sarkıtmış ve geri çekmiş, saatsiz kalan bileğini oradakilere göstererek:
“Çocuklar” demiş, “şu anda Doğu Almanya’dayız…
Bu fıkra da Rus bayanı çok güldürdü…

Perşembe, Ağustos 03, 2006

Küçük kızımız da evleniyor. Kına Gecesinden esintiler

Kına gecesi Datça, İskele, Ilıca Kamping de kutlandı. Denizin kenarında, çimenler üstünde, keşkekli, Davullu bir geceydi. Düğün 12 Ağostos Sinop'ta...
Kına yakma töreni devam ediyor

Kına Gecesi


Denize düşen ışıkların katkısıyla gece, perilerin düğünü gibiydi..

Salı, Temmuz 18, 2006

ESKİ DATCA'dan HABERLER

Yer; Eski Datca
Mahal: Eski Datca'daki derneğimiz DADYADER
Bu küçücük odada Eski Datca çocuklarının eğitimiyle uğraşmaktayız; İngilizce, Tiyatro, Bilgisayar ve boyama gibi.
Daha bir ay evvel oynadıkları oyun (Tiyatro) halen Datca'da dilden dile dolaşmakta. Eski Datca her kültürden insanın yaşadığı bir yer. Bu gibi etkinlikler bütün bu kültürlerin kaynaşmasına yardımcı olmaktadır.
Resimde görülen iki kızımız gittikleri okulda satranç öğrenmişler; sonra Eski Datcalı diğer çocuklara da öğretmişler. Başka çocuklar plajlarda zaman geçirirken, bizimkiler zamanlarını küçücük dernek odasında kafalarını yorarak derğerlendirmekteler...
Onlarla gurur duyuyoruz.
Resimde görülen iki yakışıklı ise ileride yarışmalara katılma niyetindeler.

Pazartesi, Temmuz 17, 2006

Bu iki kafadar da ablalarından öğrendiklerini aralarında yarışarak pekiştirmekteler.

Pazar, Temmuz 16, 2006

Çehov'dan Bir öykü

Çok sevdiğim bir öyküyü henüz okumamış olanlarla paylaşmak istiyorum. N. Akkaraca
ATLA İLGİLİ SOYADI
Anton Çehov

Emekli Korgeneral Buldeyev’in dişi ağrıyordu. Ağzını votkayla, konyakla çalkaladı; ağrıyan dişe afyon, terebentin, gazyağı bastırdı; ağzında sigara dumanı tuttu, yanağına tendürdiyot sürdü, kulağına alkollü pamuk tıkadı; ama bütün bunlar midesini bulandırmaktan başka işe yaramadı. Diş doktoru geldi, dişini kurcaladı, kinin yazdı, sonuçta bu da para etmedi. Dişini çekme önerisine general razı olmuyordu. Evdekiler; karısı, çocukları, hizmetçileri, hatta ahçı yamağı Petka, hepsi hepsi kendine göre bir çare öneriyordu. Bu arada Buldeyev’in kahyası geldi, generale kendisini okutup üfletmesini salık verdi.
-Sayın generalim! İlçemizde on yıl kadar önce Yakov Vasilyiç adında bir tekel memuru çalışıyordu. Ağrıyan dişlere öyle bir okuyup üflüyordu ki, sormayın! Adam şöyle bir yüzünü pencereye döner, bir şeyler fısıldar, sağa sola tükürür, ağrınız bıçakla kesilmiş gibi diniverirdi. Böyle keskin nefesi vardı işte!
-Peki, nerede şimdi!
-Tekelden çıkarıldıktan sonra Saratov’a yerleşti, kaynanasıyla oturuyor. Bugün yalnız dişten sağlıyor geçimini. Dişi ağrıyan biri olursa doğruca ona gider. Saratov’da oturanlara evinde bakar, başka kentde yaşayanlara da telgrafla yardım ediyor. Sayın generalim, ona bir tel çekelim. Yani, “Tanrı’nın kulu Aleksey’in dişi ağrıyor. Ağrısını geçirmenizi dileriz.” diye.
Tedavi ücretini de postayla yollarsınız.
-Boş laflar, dolandırıcılık bu
-Siz gene de deneyin bir kerecik! Votkaya pek düşkündür. Kendi karısıyla değil, bir Alman kadınıyla yaşıyor. Küfürcünün tekidir; gelgelelim keramet sahibi adamdır
generalin karısı yalvarmaya başladı;
-Telgraf çek, ne olur! Alyoşa,* telgraf çek! Biliyorum böyle okumalara inanmazsın ama ben kendi üzerimde denedim. İnanmasan da gene çek! Taş attın da kolun mu yoruldu?
Buldeyev;
-Peki, çekelim, dedi. Körolası öyle ağrıyor ki, değil tekel memuruna şeytana bile telgraf çekilir. Of, anacığım, bittim! E, nerede oturuyor bu tekel memuru? Hangi adrese çekeceğiz?
General masaya oturdu, kalemi eline aldı. Kahya;
-Onu Saratov’da tanımayan yoktur, dedi. Yazın, sayın generalim! Saratov kenti… Sayın bay Yakov Vasılyiç… Vasilyiç…
E, sonra?
Vasilyiç… Yakov Vasılyiç… soyadı… Bakın, soyadını unuttum. Neydi soyadı? Demin buraya gelirken aklımdaydı… Durun!
İvan yevseyiç gözlerini tavana dikti, dudaklarını kıpırdatmaya başladı. Generalin karısı sabırsızlıkla bekliyordu.
-Hadi, ne duruyorsun, çabuk düşün!
-Şimdi, şimdi… Vasılyiç. Yakov Vasilyiç! Unuttum soyadını. Öyle basit bir soyadı ki! Atla ilgiliydi. Kısrakov mu? Hayır, Kısrakov değil. Aygırov’du sanırım. Yok, o da değil.. iyice biliyorum, bir at çeşidiydi. Dilimin ucunda…
-Tayiç olmasın?
-Değil… Durun! Kısrakovski, Kısrakin, Enikov…
-Bu atla değil, köpekle ilgili…Tayciyev miydi!
-İdişev olmasın?
-Hayır, İdişev de değil.
-Beygirov, Beygirski… İğdişkeviç mi yoksa? Hayır, hiçbiri değil!
-Peki, ona nasıl yazacağım? İyice bir düşün, bakalım!
-Şimdi, şimdi… Beygirkin… Taykin… Dorukin…
Generalin karısı;
-Doruyev olmasın? Diye araya girdi.
-Hayır efendim. Dizginov… Yok o da değil… Çıktı aklımdan!
General kızdı.
Tüh, Tanrı cezanı versin! Madem çıktı aklından, ne diye tavsiyede bulunuyorsun? Hadi, yıkıl karşımdan!
İvan Yevseyiç usulca çıktı., general de yanağını tutarark odadan odaya dolaşmaya başladı. “Ah anacığım’ ah, anacığım! Gözüm dünyayı görmüyor!” diye inliyordu.
Bahçeye çıkan kahya gözlerini havaya dikerek tekel memurunun soyadını anımsamaya çalışıyordu:
-Tayov… Tayevski… Tayciyenko… Hayır, bunların hiçbiri değil. Beygirovski, Beygirliyev, Tayenko, Kısrakovski…
Adamı biraz sonra efendisinin yanına çağırdılar.
General;
-Aklına geldi mi? diye sordu.
-hayır, generalim anımsıyamadım.
-Atlıyev olmasın? Ya da Beygirenko! Ha, ne dersin?
Evde herkes atla ilgili soyadı peşine düştü. Atların cinsleri, soyları, donları, yaşları ele alındı; hatta yeleleri, toynakları, dizginleri bile unutulmadı… Evde, bahçede, uşaklar bölmesinde, mutfakta herkes bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, alınlarını kaşıyarak soyadı düşünüyorlardı.
Kahyayı ikidebir konağa çağırıp soruyorlardı;
-Hergeleyviç, toynakin, Yağızov olmasın?
İvan Yevseyiç;
Hiçbiri değil! diyerek gözlerini yukarı kaldırıyor, yüksek sesle düşünmesini sürdürüyordu.; “Atkin, Atski, Atov, Beygirçenko…”
Çocukların odasından;
Baba, Baba! diye sesler geliyordu. Troykayiç!.. Özengiyev!...
Bütün konak ayaklanmıştı. Sabırsızlanan, acı çeken general, soyadını anımsayana beş ruble bağışlayacağına söz verdi. İvan Yevseviç’in peşinden bir sürü insan dolaşıyordu.
-Doruyenko mu? Eşkinov mu? Krovski mi? Diye soruyorlardı.
Akşam oldu, soyadı hala bulunamamıştı. Telgrafı çekemeden herkes yatmaya gitti.
Bütün gece generalin gözüne uyku girmedi; inleye, inleye bir köşeden ötekine dolaştı durdu. Sabahın üçüne doğru konaktan çıktı, kahyanın penceresine vurdu. Ağlamaklı bir sesle:
-Burakov mu? Diye sordu
İvan Yevseviç;
-Hayır, sayın generalim, Brakov dğil, dedi.
Ardından suçluymuş gibi içini çekti.
-Belki adamın soyadı atla değil başka bir şeyle ilgilidir ne dersin?
-Kesinlikle atla ilgili, sayın generalim! Kendi adım gibi biliyorum.
-Sen de ne unutkan bir adammışsın, be kardeşim! Bu soyadı şimdi benim için herşeyden daha önemli. Öldüm, bittim!
Sabah olur olmaz general dişçiye bir adam gönderdi.
-Varsın dişimi çeksin! Daha fazla dayanamıyacağım!
Diş doktoru ağrıyan dişi çekti. Ağrı derhal kesildi, general de rahat bir soluk aldı. Doktor işini bitirdikten sonra visite ücretini ödediler, adam arabasına binerek evinin yolunu tuttu. Avlu kapısından çıkınca tarlada kahyaya rastladı. İvan Yevseyiç yolun kıyında durmuş, gözlerini ayak uçlarına dikerek bir şeyler düşünüyordu. Alnındaki buruşukluklardan, dalgın bakışlarından koyu, üzücü düşüncelere gömüldüğü belliydi.
“Demirkırov, Eğerliyov, Kadanov, Kılayev. Midilliyev…” diye söylenip duruyordu.
Dişçi ona dönerek:
-İvan Yevseyiç, dostum, sizden beş kile yulaf alabilir miyim? dedi. Köylüler satıyorlar ama onların ki çok kötü.
İvan Yevseyiç diş doktoruna alık alık baktı. Yüzünde vahşice bir gülümseme belirdi. Ona hiç karşılık vermeden, kollarını iki yana açarak öyle bir koşuş koştu ki, arkasından kuduz bir köpek kovalıyor sanırdınız.
Generalin çalışma odasına daldı, avazı çıktığınca haykırdı:
-Buldum, buldum, sayın generalim! Tanrı razı olsun diş doktorundan! Yulafov! Tekel memurunun soyadı Yulafov! Yulafov, generalim! Telgrafı Yulafov’a gönderin!
General küçümseyen bir tavırla, yumruklarını çilik yaparak İvan Yevseyiç’e doğru uzattı.
-Nah sana! Artık senin atla ilgili soyadına gereksinmem yok! Nah sana!

*Aleksey

Cuma, Temmuz 07, 2006

Durgadın Teyze'nin dokuma işleri


Durgadın Teyze, Sındı Köyü'ndeki deposunda çok eski sistemle dokuma işlerine devam ediyor. Bu işin son kahramanlarından biri Durgadın Teyze.
Bu işe devam etmek istiyor ama, yaşam herkesin istediği gibi olmuyor. Durgadın Teyze'nin başında bir hastalık var: Akdeniz Anemisi. Çok çabuk yoruluyor. "Artık bu son dokuma" dedi bize. İstemiyerek emekli ediyor kendisini.
Yazık, Sındı Köyü'nün bir rengiydi Durgadın Teyze...

Cuma, Haziran 09, 2006

KISA BİR ÖYKÜ

GABAĞI YİYEN...."

Yazan: Nihat Akkaraca
Düğün yemeklerinde baş köşeyi alırdı hep. Neredeyse, onun pişirilmediği düğün yemeğine, “düğün yemeği” denmezdi.. Daha birkaç ay evvel başlamıştı köy halkı, damad ve gelin adayına:
Elinizi çabuk tutunda bir gabak yemeği yiyelim…”
“Düğün günü yaklaşıyor, gabakları hazırladın mı?...”
“Şu düğününü yap da bi gabak yemeği yiyelim,”
diyerek, şakadan takılmaya…
Damat, kabakları bir hafta evvelisinden koparıp getirmişti bahçesinden. İki tane, koskocaman balkabağı… Kaç aydır arkadaşlarının ve akrabalarının takılmalarıyla, zaten kabağı çok seven damadın kafasına düğününde pişecek kabak yemeği iyice yerleşmişti.. Düğün günü çabucak gelse de, o da bi güzel “düğün gabağı” yeseydi.
Haftalar ve günler çabucak geçti. Kesim, alacakına, kına gecesi derken , düğün günü geldi çattı. Diğer yemekler bir gün evvelden hazırlanmaya başlamışken, kabak yemeği çabucak piştiğinden, hazırlanmaya o sabah erkenden iki üç yardımcı kadın tarafından başlandı:
Birisi kabakları iyice yıkadı, diğeri soğanları soyup doğrarken, bir diğeri kabakları soydu, ve kibrit kutusu büyüklüğünde doğradı. Herşey hazır olunca malzemeyi tencereye yerleştirmeye geldi sıra.
İlkönce doğranmış kabak parçalarını tencerenin tabanına bir kat dizdiler. Bu en alta konulan kabak parçaları tenceredeki yemeği yanmaktan korumak içindi. Yanarsa alt kat yanıyor üstteki yemeğe bir zarar gelmiyordu. Bu tabakanın üstünü doğranmış soğanla kapladılar Soğan tabakasının üstüne de doğranmış kabakların hepsini doldurdular, tencere ağzına kadar doğranmış kabakla doldu.. Doğal olarak maydanoz ve dereotunu unutmadılar. Çünkü dereotsuz kabak yemeği olmazdı. Biraz su, daha sonra yağını ve tuzunu koyup, kapağını kapatarak oturttular ateşe kocaman düğün tenceresini. Beklemeye başladılar. Bir ara tadına bakıp, kabakların tatlı olmadığını anladılar ve tencereye bir avuç şeker attılar. Kabaklar tatlı olsaydı buna gerek yoktu. Kaynadıkça kabaklar yumuşadı ve tenceredeki kabak yemeği yarıya indi. Tencereyi bu yüzden ağzına kadar doldurmuşlardı.
Öğleye doğru misafirler birer ikişer düğün yemeğine gelmeye başladılar. Tarlaya kurulan sofralar öğleyin dolmuştu. İsteyenlere rakı da veriliyordu. Rakı, kocaman tenekelerde Yunan Adaları’ndan gelirdi o zamanlar. Her evde ancak bir iki su bardağı olduğundan düğünlerde rakı bardağı bulmak zordu; ama Yarımada’nın insanları ona da çoktan pratik bir yöntem bulmuşlardı. Portakallar akşamdan yarısından kesilip ikiye ayrılmış; içleri boşaltılıp rakı içmeyenler için portakal suyu yapılmıştı. Kabuklar ise içecek olanlar için rakı kadehi olarak masalara dağıtılmıştı bile. Yani “İÇ-AT” sistemi gibi bişeydi. Portakal kabuğu rakıya miss gibi bir koku da veriyordu. Portakal bulunamazsa kadehler nar kabuklarından yapılırdı. Her ikisi de, o zamana göre”İÇ-AT” sistemiydi.
Düğüne gelen misafirleri karşılayayım, gelenlere sofralarda yer bulayım, damat tıraşı olayım derken damat, kabağı da yemeğide unutmuştu. Bir arkadaşının:
-“Sen otur, yemeğini ye, ben ilgilenirim” önerisiyle kendine bir yer bulup oturdu. Sofrasına her çeşit yemek gelmişti ama, kabak yemeği ortalarda görünmüyordu. Aklında, güzel gelinden çok kabak yemeği olan damat, sofralara yemek ve içki servisi yapan bir tanıdığına seslendi:
“Hasan! Bana bi gabak yemeği kap gel.” Arkadaşından gelen cevap kesindi:
Kabak bitti, başka bişey ister misin?” Günlerdir kabağı bekleyen damadın dünyası yıkıldı. Sofrasındaki yemekleri de öylece bırakıp kalkıp gitti.
Akşama doğru yemek faslı bitmiş, sıra damat ve gelini geleneklere uygun gerdeğe sokma törenine sıra gelmişti. Gelmişti de, damat bir türlü bulunamıyordu. Arkadaşlarının ve akrabaların yardımıyla damadı bir saman damında buldular. Samanların üstüne uzanmış, iki elini kavuşturarak başının altına almış, tavana sabit gözlerle bakışından bişeylere canının sıkıldığı belliydi. Samanlığa girenlerden biri ses tonunu yükselterek konuştu kırgın damada:
“Nerdesin sen arkadaş? Hepimiz seni arıyoruz deminden beri. Gelin kızımız da bekler seni gerdek odasında.” Bir diğer arkadaşı ilave etti, bağırarak, azarlarcasına:
"Köyün İmamı da bekler çoktanberi; neredeyse bırakıp gidecek."

O sırada düğün evindekiler hiç bir şeyden habersiz, oyun havaları çalan davul-zurnanın ritmine kaptırmışlardı kendilerini. Öfkeli damadın sığındığı saman damına da derinden derinden geliyordu davul ve zurnanın sesi.
Küskün damat, gözlerini tavana dikmiş, arkadaşlarının yüzüne bakmadan, kesin ve küskün verdi cevabını:
“Ben gelmiyorum arkadaş! Gabağı kim yediyse o girsin gerdeğe!...” diyerek kırgınlığını belirtmiş oldu...

Çarşamba, Haziran 07, 2006



BİR ŞİİR BİR FANTEZİ

Ölüm nedir diye sorarlarsa bana,
Derim; toprakla abdest almaktır
Kafir suları kestiği zaman.
CAN YÜCEL

Salı, Haziran 06, 2006

DATÇA'da SİESTA ZAMANI

dtqqz
Öğle saatlerine buralarda "Gündikimi" deriz. Gündikiminde yaprak bile kıpırdamaz, köpeklerin kuyruğu bile durur.
Gündikimi zamanı işte iki Datçalı köpek. Ne olsa eminler, sokaktan kimse geçmeyecektir. Öğle uykularını rahatça uyuyabilirler. Isırmak mı??? Kalkıpta insanı ısıracak kadar aktif değiller ki!

Pazartesi, Mayıs 29, 2006

Datca yerel Tarih Grubu'nun Kahvaltılı toplantısı


Datca Yerel Tarih Grubu üyeleri dün 50 kişilik bir katılımla Hayıt Bükü Ortam Restaurantda bir kahvaltı yaptılar. Gruba taze kan taşımak için yapılan toplantı ve kahvaltı muhteşemdi. Geçmişteki çalışmalar gözden geçirildikten sonra önümüzdeki günlerde, özellikle bu yıl Eylül ayı sonlarında Datca'da düzenlemeye çalıştığımız "Ege Kültür Günleri"nin tasarı halindeki programı anlatıldı yeni üyelere.
Ortam Restaurant sahipleri, Mahmut ve Süleyman'ın hazırladıkları zengin kahvaltı saatlerce devam etti.
Kahvaltıdan hemen sonra herkes denizdeydi.

Pazar, Mayıs 28, 2006

NİHAT AKKARACA'yı TANIMAK

Nihat Akkaraca'yı tanımak isterseniz, 1 Haziran 2006 Perşembe günü, öğleyin, saat 12.10-- 13.00 arası
TRT 1 ekranlarında buluşalım mı? Yukarıda belirtilen saatlerde TRT1 İstanbul Televizyonu'nun hazırladığı "BİR İNSAN BİR HİKAYE" adlı programdayım... Görüşmek üzere.

Perşembe, Mayıs 25, 2006

"1 EYLÜL DÜNYA BARIŞ GÜNÜ" kutlamaları


Barış gününü simgeleyen rozetler.

1 Eylül Dünya Barış günü Kutlamaları


Kutlamaların ilk yılında organizasyona yaptığı katkılardan dolayı, Nihat Akkaraca, Symi Belediyesi tarafından verilen takdirname ve şiltlerini, Symi Visitor Gazetesi sahibi Nikos Halkitis'den alıyor.
(Symi Visitor Adada yayınlanan İngilizce bir gazete.)
Datca Belediyesinin elinde şilt kalmamıştı da!.

1 Eylül Dünya Barış Günü

itnxb
İlk yıl yapılan kutlamalardan. Simili yüzücülerin Datca'da karaya çıktıklarında Datcalı'lar tarafından karşılanışları.

Pazartesi, Mayıs 22, 2006

Köyde Bowling

Ne işiniz var İstanbul'un o kapalı, pahalı bowling salonlarında. hem sağlığıınıza, hem de paralarınıza yazık. Gelin bizim o taraflara, bulun bir iki kabak, beş on atılmış pet şişe, oynayın bowlinginizi açık havada.

Cumartesi, Mayıs 20, 2006

Yıl:1921, Yer Sakarya Caddesi, Sinop


Bu şirin beldede yirmi altı sene yaşadım. İyi ki yaşadım. Hem de en az on yıl bu resimde görülen cadde üzerinde bir evde... Görülüyor ki, Sinop 1921 yıllarında bile şirin bir yermiş.
Sinoplu'ların şu sıralar, kurulacak nükleer santrala karşı verdikleri çetin bir savaş var... Lütfen onlara destek verelim...

Salı, Mayıs 16, 2006

Datca'daki Resim Şenliği'nden başka bir görüntü


Öğleden evvel yapılan resimler, öğleden sonra Atatürk Caddesi boyunca segilenmeye başladı

Bir Kilometre Resim Sergisi


Datca'da gelenek haline gelen Bir Kilometre Res,m sergisi dün, 15 Mayıs Pazartesi yapıldı. Dört yıldır sadece Muğla ve kazalarından gelen ilköğretim okullarının katılmasıyla yapılan bu resim şenliği bu yıl bütün Ege bölgesinden 51 ilköğretimokulunun katılımıyla yapıldı. 750 öğrencinin Okul bahçesinde yaptıkları resimler, öğleden sonra Atatürk Caddesi kenarına dizilerek sergiledikleri resimler halk tarafından görüldü. Bir kilometrelik bir resim sergisi için cadde yetmeyince bu yıl yolun iki tarafı da resimlerlr donandı. Çocukların yaptıkları resim aşağı yukarı yaşadıkları yöreyi ve o yörenin insanının özlemini yansıttığından çok ilginçti. Son günlerde Datca'da takip edilemeyecek kadar sık kültür hareketleri olmakta.
Ben de burada zamanım ve yerim izin verdikçe sizlere duyurmaya çalışıyorum.

Pazar, Mayıs 14, 2006

Datcalı Efeler

Sergiledikleri zeybek oyunlarıyla izleyicileri hayran bırakan efeler grubu istirahat anında.

Eski Datçalı çocukların tiyatro performansı

Eski Datça'da yaşayan Yağmur Keenan'ın sahneye koyup yönettiği oyun dakikalarca alkışlandı seyirciler tarafından. Gerek yönetmen gerekse oyuncuların başarılı performansı parmak ısırtacak kadar ustacaydı.
Bu oyunu sahneye koyup yöneten Yağmur Hanımı ve oynayan çocukları yürekten kutlarız.
DADYADER derneği adına Dernek Başkanı: Nihat Akkaraca

Eski Datça'da Anneler Günü Kutlaması


Bugün Anneler Günü'nü Eski Datça'da bir kermes düzenleyerek kutladık. Dadyader'in organize ettiği Kermeste Eski Datça'da yaşayan kadınlar ürettikleri el işlerini sergileyip sattılari Datçalı çocukların sergiledikleri EGE Oyunlarıyla başlayan etkinlik, harika bir Tiyatro oyunuyla devam etti. Anneler Günü Eski Datca'da ikinci kere kutlandı. Bundan böyle geleneksel olarak her yıl devam edecek.

Bütün Dünya kadınlarının anneler gününü yürekten kutlarım. Nihat Akkaraca

Pazartesi, Nisan 10, 2006

DATCA'da OTOMOBİL ADLARI

1-Tahtalı:
Datca -Marmaris yolu açıldığında, Datca Belediyesi’ne Muğla Valiliği tarafından hibe edilen, midibusa benzer bir otomobildi. Kasasının tamamı tahtadan yapılmış olduğundan ona “Tahtalı” adını takmışlardı. Bu adla yıllarca Datca-Marmaris yoluna gitti geldi. Gidip geldiği bütün yıllar boyunca Datca halkı ona kesinlikle otomobil demedi, ısrarla “Tahtalı” demeye devam etti.

2-Tahtası Kırık:
Tahtalı çürüğe çıktıktan sonra, Datca Belediyesi bir kamyon satın aldı. Kamyonun kasasının tam ortasındaki taban tahtalarından biri kırılmıştı ve kamyon hızla giderken yolcular buradan aşağıya baktıklarında alttan akıp giden yolu görünce kendilerini uçakta zannediyorlardı. Bu kamyonun adı da hemen yakıştırıldı.: “Tahtası Kırık.” Kamyon bu adı alınca artık belediye de kamyonun kırık tahtasını tamir ettirmeyi istemedi. Ne olsa kamyon adını o kırık tahtadan almıştı.

3-Apallo:
Daha sonraları Datça’ya gelen üçüncü kamyonun kasası hep metalden yapılmış olduğundan, milletin aklına hemen “Apollo” geldi. Apollo Ay’a o yıl fırlatılmıştı. Apollo adı bu kamyon sayesinde yıllarca milletin dilinden düşmedi.. Bu Apollo’yu kullanan şoförün adı Mahluk'tu. Neden biliyor musunuz? Mahluk, hareket ettiği yerde mutlaka bir iki yolcuyu almadan giderdi. Bundan da büyük bir zevk duyardı. Mesela, Muğla’ya gittiniz bu Apollo’yla değil mi? Dönüş için biraz acele etmediniz ve 15 saniye geç kaldınız. Artık geç kaldınız sayılmazsınız; Muğla’da kaldınız sayılırsınız. Zira Mahluk, sizin kamyona yaklaşmakta olduğunuzu görmüş olsa bile basar gaza, çıkar gelir Datça’ya. Onun hakkında, gittiği yerde kalanlar tarafından anlatılan onlarca öykü var.

4-Gazık:
Rahmetli Tekin, o günlerde bir kamyon satın aldı. Motoru ilk bir dakika benzin kullanıyor, daha sonra gaz yağı kullanıyordu. Yani Kerosin. Bu bir Rus imalatıydı. Şöfür mahallinin dış tarafında bir yerde de bir yazı vardı “Gaz” diye. Ama Datcalılar hiç beklemediler.. Hemen adını koydular kamyonun: “Gazık”. Gazık geldi, Gazık geliyor, Gazık'la geldim gibi laflar yıllarca Datcalı’nın dilinde dolaştı durdu. Taa ki, Gazık hurdaya çıkıncaya kadar.

Pazar, Mart 26, 2006

Datça'da Köy Enstitüleri için kutlama

Bir Köy Enstitüsü öğrencilerinin tarım dersi.
"Destan Gibi" adlı kitabında, Köy Enstitülerinden bahseden ORHAN VELİ'NİN BİR ŞİİRİ:

Arifiye!
Şoför durdu, Enstitü mektebi, dedi
Süleyman Edip Bey müdürün adı.
Bir yolda burada duralım;
Ellerinde nasır yüzlerinde nur,
Yarına ümitle yüyüyenlere
Bir selam uçuralım.

Bu yıl Köy Enstitülerinin kuruluş yıl dönümü yurdun bir çok yerinde Nisan ayı boyunca kutlanacak. Datça'daki kutlama, 20 Nisan Perşembe günü Öğretmen evinde yapılacak. Bu kutlamaya İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi'nden Prof. Kemal Kocabaş ve arkadaşları konuşmacı olarak gelecekler ve sergiler, belgesel filim gösterileriyle kutlamaya katkıda bulunacaklar. Kutlamaya katılmak isteyen herkes davetlimizdir.
Daha fazla bilgi edinmek isteyenler, Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği Datça temsilcisi Nihat Akkaraca'ya başvurabilirler.
Adres: Nihat Akkaraca, İskele Mah. Atatürk Cad. No 6 Datca
E-mail: nihat.akkaraca@gmail.com Tel: (0 252) 712 3319

Cumartesi, Mart 25, 2006

DATÇA'da DENİZ


Yüzsem de bu suyun içine mi girsem; içsem de o benim içime mi girse?

Salı, Mart 21, 2006

Datça'da Bir Cumartesi




Symi Adası, Datça’ya sadece 9 mil uzaklıkta. Kostas’ın Adası


Datça'da Günlük Yaşamdan bir kesit

Akşama doğru eve dönmüş, sedirde biraz uzandıktan sonra, günün yorgunluğunu, balkonda gazeteleri okuyarak atmaya çalışmaktaydı. Gerçekten çok yorulmuştu o gün. Cumartesi günleri Datça Pazarı için Simi Adası'ndan gelen Yunanlıların içinde arkadaşı Kostas'da vardı. Kostas zaten, hemen hemen her Cumartesi çıkar gelirdi. Onu yoran, Kostas'la “o dükkan senin, bu dükkan benim, şu pazarcı senin" dolaşması değil, aralarında müşterek bir dilin olmamasıydı .Kostas, Türkçe ve ingilizce bilmiyor; kendisi de bikaç kelime dışında yunanca bilmiyordu. Pazar yerinde çok sıkışırlarsa hemen etrafa bakıp ingilizce bilen bir yunanlı buluyorlar, onu birkaç dakikalığına tercüman olarak kullanıyorlardı. Tercüman bulamadıkları zaman da bazı komik yanlış anlamalar oluyordu.. Mesela Kostas, geçen hafta gelişinde "harti" diye tutturmuş, o da "harti"nin Türkçede kağıt anlamına geldiğini bildiğinden,onu kırtasiye dükkanına götürmüştü. Kostas dükkana girerken kafasını iki yana sallayıpta "istediğim bu çeşit kağıt değil" demek isteyince, oradan çıkıp, inşaat malzemeleri satan bir mağazaya götürmüş, orada zımpara kağıdını alıp, Kostas’a gösterdiğinde, Kostas’ın tuvalet kağıdı aradığı anlaşılınca , hem satıcı, hem kendisi hem de Kostas gülmekten katılmışlardı… Yani işin eğlenceli tarafı da yok değildi.Bugün de bütün gün dolaşıp, öğleden sonra saat 15.00 de lokantaya oturmuş karınlarını doyururken, kağıtlı kalemli, sözlüklü, işaretli bir muhabbet gırla gitmişti, masada. Yan masada oturan iki orta yaşlı yunanlı kadın da katılmıştı muhabbete. Kadınlar onlardan evvel kalkmış gitmişlerdi. Onlar kalkıpta para ödemek isteyince lokantacı, yemeklerinin yunanlı kadınlar tarafından ödendiğini söylediğinde Kostas'a takılmıştı., ihtiyar Datcalı. "Bak Simi'de dişçi olarak çalışmış olmanın faydalarına, hala yemek paran ödeniyor; hem de bayanlar tarafından" dediğinde Kostas, zar zor anlatmıştı yemeğin neden ödendiğini de bu çok hoşuna gitmişti..
Kostas'ın binbir zorlukla anlattıklarına göre: İkisinin dostluğu ve müşterek bir dil bilmeden , kağıt kalemle, sözlüklerle ne kadar güzel muhabbet ettikleri yunanlı kadınların çok hoşuna gitmiş bu yüzden ödenmişti hesap. "Yakında ikimize 'Karamalis Barış Ödülü' vermezlerse şaşarım" demişti Kostas. Eee, ne de olsa Kostas'ın dedesi Farmakidis Datça'da yaşamıştı ve bizimkinin dedesiyle iyi dostlukları olmuştu o zamanlar. Şimdi de torunlar sahnedeydi.
Neyse, bütün bunları kafasının içinden geçirirken aklına, bugün aldığı Hannuz balıkları ve pazardan satın almış olduğu "ceneviz otu" geldi. Güneş de henüz gerçekten batmamış, sadece kasabanın batı tarafındaki Yassı Dağ'ın arkasına gitmişti. Yaşlanmakta olan güne biraz renk katıp, biraz daha genç tutmak gerekti. Yerinden kalktı, iki tencereye yarıya kadar su koydu, içlerine birer tutam tuz koyduktan sonra, hafif ateşe oturttu. Bugün pazardan almış olduğu "ceneviz otları" nı ve brokoliyi dolaptan çıkarıp yıkadı. Hannuz balıklarını da çıkarıp hepsini masanın üzerinde hazır etti. Bunların yanında içilecek içkiyi düşündü. Kostas'ın getirdiği iyi kalite Ouzo yu da içebilirdi ama her akşam onu yalnız bırakmayan kırmızı şaraba saygısızlık etmiş olmaz mıydı? "Yok," dedi. "Şarap olsun. Renk? beyazı boş ver. Kırmızı olmalıydı." O da açıldı ve bir bardak dolduruldu. Yemek hazırlanırken arasıra yudumlamak keyifli oluyordu.
Bu ara ocaktaki sulara baktı. İkisi de kaynamaya başlamıştı. Saate bakıp brokoli ve Cenevizleri bir tencereye, balıkları diğer tencereye koydu. Ceneviz ve brokolinin kaynadığı tencereye bir tutam " rezene" attı. Ocağın altını kıstı, birkaç yudum şarap alarak zeytinyağı ve limonları hazırladı. Bu arada üç dakika dolmuştu. Cenevizin kaynadığı tencerenin altını söndürdü. İçindekileri delikli bir kepçeyle tabağa aldı. Üstüne ilkönce limon sıktı, sonra da zeytinyağını döktü. Bu bir salata denemesiydi. Bakalım nasıl olacaktı. Şöyle bi tattı.. ohooooo! harikalar yaratmıştı. Şimdi de altıncı dakikaydı ve bir çatalla kaynayan sudan bir balık alarak pişip pişmediğine baktı. Tamamdı… Balıklar kaynayan sudan alınıp bir tabağa kondu. Gene Limon ve zeytinyağı,sonra hepsi masada. "Hannuz sadece tava yapılır" diyenlerin aklına şaşardı. Keşke herkes deneselerdi. Hem de kazanda kalan balık suyuna pirinç atarak çok iyi balık çorbası da yapılabilirdi. Üç bardak kırmızı şarapla akşam seremonisini tamamladı...
Boş zamanlarını yaşanmış yerel öyküler zırvalayarak geçirirdi. Yemekten sonra öyle bir zırvalama için bilgisayarın karşısına oturdu. Parmaklar klavye üzerinde gezinirken bu yazıyı zırvalamaya başladı. Mutfaktazen Yahoo grubu'na gönderirdi, bunları okuyacak kadar boş zamanı olan okurdu. Kimbilir, belki Datca Yerel Tarih Grubu'ndan da okuyan olurdu birkaç kişi....
Acaba, yetmiş beşlik bu "Datçalı ihtiyar” kim di? Merak eden çıkacak mı? Ben de merak ediyorum....

Pazartesi, Mart 20, 2006

ŞİİR

LİKYA

Evlerimizi mezar yaptık
Mezarlarımızı ev
Yıkıldı evlerimiz
Yağmalandı mezarlarımız
Dağların doruğuna çıktık
Toprağın altına girdik
Suların altında kaldık

Gelip buldular bizi
Yakıp yıktılar
Yağmaladılar
Biz ki analarımızın
Kadınlarımızın ve ölülerimizin uğruna
Toplu ölümleri yeğleyen
Bu toprağın insanları
Bir ateş bıraktık geride.

L İ K Y A L I L A R

Bu şiir Fethiye yöresinde bundan 2500 yıl önce yaşamış bir uygarlık olan Likya Halkı'na ait. Xanthos kazıları sırasında bulunan bir tablet üzerine Likçe yazılmış bir şiirdir. Özgürlüğe olan düşkünlükleri ve onurlarından dolayı düşmana teslim olmayıp, topluca intihar eden Likya Halkı'nı, bu derginin çıktığı toprakların eski sakinini bu dokunaklı, içten, trajik, onursal şiirle anmak istedik.
PASPATUR, Kültür Sanat Edebiyat Dergisi.. Sayı 1, MART - NİSAN, 2006

Fethiye'de ilk sayısı yayınlanan dergi, çok değerli şiir, öykü ve yazılarla dolu. Dergiyi çıkaranları kutlarız.

Cuma, Mart 17, 2006

Datca Yerel Tarih Grubu'nun Sergisi 2002

Datca Yerel Tarih Grubu'nun ilk sergisinden bir görüntü. Nasıl bir sergi olduğu ziyaretçilerin yüz ifadelerinden anlaşılmıyor mu?

Amed Fidan İle Sohbet

AHMET FİDAN la sohbet

Not: Ahmet Fidan Kızlan’dan. Sohbet, İskele’de bir kahvede yapıldı. Konuşmalar hiç değiştirlmedi.


N.- Eeee! Anlat bakalım Amed, şu yeldermenlerinin iğliğini… Dağda nasıl kesiliyordu? Nasıl dermene taşınıyordu?...
A.-İğiliğin kesilmesi ayrı, daşınması ayrı, dermene getirildikden soona yontulması ayrı, yel dermeninin çarkının içinden geçirilip dermenin üstüne konması gene ayrı iş.
İğlik dermene getirildikten soona yontulması işi vardı. Ööle yuvarlak olduu gibi goyamazsın dermenin üstüne. Özel iğilik yontucula geli, bunu yontarak dörk köşe yaparlar. Yani, o 13 metre uzunluunda, 75 santim çapındaki yuvarlak çam kütüğü yontulur ve dört köşe bir kalas haline getirili. Bu işi yapan üç dört kişi vardı o zamanlar:Halil Öztekin, Memet Çavuş, soy ismi Seyhan, Mustafa Özer, Ömer Yılmaz.. Bu adamla bu işi Rumlardan öğrenmişle. Rumlar gitmeden evvel burada bu dermenleri çalıştırırlarmış. Yanlarında çalışmışla ve öğrenmişle.
Aşcı Ali, lafa karışır- karaköydeki dermen için de GocaDağ’dan iğlik getirmişle köylüle. Şu Körmende sahildeki yeldeğirmenine. Belki o iğliğide bu aynı adamla yontmuşladır. İğlik hala dermenin üstünde duruyor. Gidik görebilisin.
N.- Eee! Arakadaş,, ben seni görüyorum arasıra Kızlan’da kayvede, ama adını falan bilmiyorum. Yalınız birisi va Halil Fidan adında, una çok benzettim seni. Ööle bi kardaşın falan vamı?
A.-Va, Emme u çok genç, benim gada bişey bilmez.
N.- Biliyor, biliyor. Maşallah! unda da kafa motor gibi çalışıyor. Bene çok şeyle anlattı. Ninesinden anasından duyduğu hiçbişeyi unutmamış. Siz neye bööle akıllısınız? Gülme, ciddi söylüyorum. Tarih gibisin baksana maşallah. Hemde bene tutmuş, ilk tarihçi Herodotus’dan bahsedikdurusun. Kaç sene mektaba gittin sen?
A.-Aaa Nihat efendi, mektaba beş sene gittik emme, bi öğretmenimiz vardı… Sorma. Belki tanırsın: Muammer Kara, köy enstitüsü mezunuydu. Ne örgetirdi bize valla..
N. -Aaa, bilmemin Muammeri.. Ben unun gızgardaşınnan bi sene nişanlı galdım, İzmir’deyken. Ama o gız, unun üvey gardaşıydı.
A.-Ülen Nihat efendi, sende az heradus deelsin yani… (Heradatus)
N.-Ee, ne yapalım, Saksıda akıl az olunca hayatın da enişli yokuşlu, zorlu olu, düz olmaz elbet…
A.-Benim Bubama Deli Memed derlerdi. Tam deli deeldi emme, kendi kafasına göre Memed’lere takılırdı. Bunlar bi araya geldilemi, kalkmadan üç gün, dört gün içerle.
Bak sayaan: Gızlandan Deli Memed, Eski Datça’dan Kel Memed, Elee’den Gara Memed, Batır’dan Berber Memed, Emecik den Hacı Memed, Karaköy’den Sarı Memed. Bunnarın içinden Edmecikli Hacı Memed çok güzel keman çalardı. Bunna bi araya geldimiydi, sen bak gayri bayrama. Guzula mı kesmezle, tavuk mu kesmezle… Keman, şarkı türkü gırla giderdi. Biz daha evvel Gızlan’da Kamil Ağa’nın goyunlarına bakardık yarıya. Soonadan Ağa bize goyunları sattıydı. Aldık, epey goyun yapmışdık, altmış yetmiş gadan aldık, yüz elli goyun yapdıydık. Fakat bubama goyun mu dayanı. Kesti, sattı içkiyle bitirdi. Soona biz Garaköy Güznesi’ne göçtük, Memed Ağa’nın oradaki tarlalarını işlemek için. Na bunna bilirlere. Orada bi kaç yıl galdık. İşte o yıllardan birinde, galiba benim askerlikten yeni döndüüm zaman, 1958 olacak. Duyuldu ki Tekir açıklarında bi Yunan vapuru batmış. Sahilde, mal, eşya, şarap ırakı sebilmiş. Bu şarabı, ırakıyı duyarda durur mu bubam. Topladı ne gada Memedi varsa köylerden, eşeklerle gittiler Körmen sahiline... “Altı Memedle.” Herkes Manufatura, mutfak eşyası, daha kıymetli eşyaları toplarkan, bizimkile ne gada ırakı, şarap varsa toplayıp geldile. Şarapla nah bööle fıçılarda. On üç fıçı şarap getirdilerdi. Irakıla tenekelerde. Bazıları şişelerde. Doldurdula bizim samannnığa; samanın içine sakladıla. Başladıla içmeye. Elde galan bi kaç koyunu guzuyu da orada bitirdiydi bubam. İçkileri doldurur giderdi heybelere. Gayri Memed arkadaşlarınnan buluşmuşdur. Eve bir hafta soona geli. Eve geldimiydi çok öfkelidir. Bağırı çağırı, biz çocukları evden gaçırdırdı. Gaçırdamazsa olmadık bi işe yollar. Evde anamla yalınız galdı mıydı gayri.. İşte…. Bilisine… Derdi udur zaten. Anama sataşmıştır. Biz eve döndükmüydük, anam herşeyi bildimizi düşünü, utanı, evin dışında kendine iş yaratırdı bi müddet… Bizim yüzümüze bakamazdı, utanırdı. Ne günlerdi u günle…
N.- Eyi de, biz dermenleri gonuşuk dururduk, nereden geldik bu Memedlere?
A.-Eyiye, Nihat efendi.. Beni sordunda. Oradan geldik. Hani demek istedim ben o adamın oğluyun.
N.-Tamam ama, bubana deli deyenne mi deliydi? Yoğsam buban mı deliydi buna bakmak lazım. Belki buban fazlaca akıllıydı da, daha az akıllı olanlar una deli dedile… Baksana adam hayatını dolu dolu ne güzel yaşamış. Biraz felsefesi de varmış. Yoksa nasıl toplar altı Memedi her köyden bi tane…
A.- Öyleydi işde…

N.-yahu Ahmed, şu bi de Kamil Ağa’nın gabaklarının ırgatla tarafından yolunması va. Sen bişeyle duydun mu o olay hakkında?
A.-Duydum tabii. Yakup yolmuş. Yakup saf, yanpiri yanpiri yörüyen, az özürlü biriydi. Devamlı Kamil Ağalara çalışırdı.
N.-Bu kabak yemeği meselesi ırgatlar çalcanın yanındaki tarlada çalışırken mi olmuş?
A.-Yoo. Tekir dediğimiz yerde, hani şu kızlan dağının arkasında, Gökova’ya bakan yerde cavırların bi tarlası varmış. Kamil Ağa orayı maliyeden satın almış ve etrafına kuru duvar yaptırıyormuş.
N. Yani nasıl? Bahçe duvarı gibi mi?
A. Evet. Duvar yapılır hani üstüde pıynar çalısı gibi çalılarla döşenirdiya eskiden, hayvan falan girmesin deye. İşte öyle. Irgatlar orda çalışıyormuş. Kabakların sökülmesi için Yakup’u asıl teşvik eden Mehmet Ölmez. Mehmet Ölmez, Kamil Ağa’nın öz be öz yeğeni olduğundan onda kahya gibi çalışırdı. Kahya gibi olmasına rağmen kendiside işçi gibi çalışırdı. O tarlanın duvarını yaparlarken hergün kabak yemeği gelmeye başlamış da o zaman kabakların kökünü oynattırmışla Yakup’a. Ben bu olayı dedemden dinledim. Dedem en doğrusunu bilirdi, Çünkü dedem aynı tarlada bekçiymiş. Amad dede dedikleri. Bak bene de dedemin ismini koymuşlar. N.- Tarla incirlik, bademlik gibi bişey mi?
A.- Yok canım, harıplık, zeytinlik falan. Biz Kamil ağanın koyunlarına yarıya orada bakardık. Sonadan biz goyunları paraylan satın almıştık işte. Başta dediim gibi. Keçilerini de başkası aldı.Biz satın aldıımızda 60 dene goyun vardı, bir iki sene içinde 150 dene goyun yaptık.Fakat bubam, kim gelirse bi goyun kesip ağırlıyordu. Satıp içiyordu, işte neticede koyunları bitirdik.
N. Öyle adama deli Memed demişle. Aslında akıllı adam.
A.- Yahu işte coştak ya bu. Her gelene içki veri, koyun kese yediri, deli demişle işte…
N.- Karaköy baskını ne zaman olmuş acaba?
A.-Karaköy baskını, Çanakkale harbi başlamadan bi sene evvel olmuş. Yani 1913 te falan. Dedem öyle anlatırdı.
N.- Ama diyorlarki; Sabit, Karaköy’de yaşayan bi Rum kızına tecavüz etmiş. Rum kızı Rodos’ta bir subaya nişanlıymış. Nişanlısı bunu duyunca gelip Karaköy baskınını yapmış. Ame gene derler ki; Sabit Efe de Kızlan’da iki Rum balıkçı tarafından tecavüz edilip öldürülen çoban kızı Zala’nın intikamını almak için Rum kızına tecavüz etmiş…
A.- Ama doğrusunu istersen Zala’yı öldürenler balıkçı deel, gene aynı mevkiide çobanlık yapan Ağsıl adında bir Rum’un iki oğluymuş. Bu Rumların adlarınıda derdi ninem emme şu anda aklıma gelmiyo. Bu Rum’un bir de kızı varmış ve Zala’nın çok iyi arkadaşıymış. Zala’nın öldürülüşünden sona Çandırma bu aileden herkesi sorguya çekince , Rum’un kızı söylemiş ve şahitlik yapmış kardeşlerinin Zala’yı öldirdüklerine. O iki Rum oğlu yargılandıktan sonra Muğla’da idam edilmişle. Zala’nın mezarı halen öldürüldüğü yerde duruyor. Ormancı Memed Teke varya unun bubasının baldızıymış.
N.- yahu bunu iyi bi yerde başka zaman konuşalım. Sende çok güzel bilgiler va.
A. -Yahu bizim anamız durmadan bize bunları anlatı dururdu. “Asıl cavırın çocukları” derdi ve adlarını da söölerdi. Ama şu anda aklıma gelmiyor adları. Hatırlayınca ben sene derin. Öldürülen Zala, aslında bize de hısım geliyor.. Zala’nın iki kız kardaşı daha varmış. Birinin adı Fatma, diğerinin Ayşa, işte bi de bu Zala. Aile İnceburun’da eğleniyormuş. Keçileri varmış. Zala o gün bu dağa keçileri güderken gelmişimiş. Anamın anlattığına göre Zala köyün en güzellerinden imiş. Bir de derdi ki o zamanlar bu dağlar hep işlenirmiş. Bu olaylardan sona zaten seferberlik çıkmış. Seferberlik çıkıkda herkes askere gidince dağlar tepeler işlenmemiş, tarlalıkdan çıkmış. Sonadan yağmurla toprağı hep taşımış, şindi kel yalım galmış.
.N-Ne çok bilgi va sende Ahmed?
A.- Sen biliyon mu ilk tarihçi kim?
N.- Kim? Sizin köyden mi?
A.-Yok Bodrum’dan, Hani ilk tarihçiyi soruyom.
N. Kim?
A.Heredos…
N.- Herodotus demek istedin.
A.- Hah işte, her neyse, O…
N. Seninnen bi daha konuşmam gerek.
A. Gel köye ne zaman istersen. Ben hep gayvedeyin.
N. Sen yeldermenleri hakkında da bişeyle bilisin. Yani tarihleri hakkında.
A.- benim böyüklerimden duyduum, dermenleri yaptıran Elee ağaları… Rumlara yaptırıp işletmesini de onlara yaptırmışla. Sonadan Rumla satın almış dermenleri
Galip Geremeliler’in dermeninde tarih vardı emme okunmazdı netçe. Tarih Rumen rakamlarınnan yazılmıştı. Sonadan ne oldu u daş bilmiyoruz.
Geçen sene bizim eve iki kişi çıkdı geldi. Baktık yannarında dil bilen birini de gatirmişle. Dedile bizim burada bi ev var. Dedik nerede? Buralarda dedi. Ben dedi yedi yaşına kadar burada yaşadım. Evini yatağını gösterivedik. Ağladı adam. Evin yıkıklarına baka baka. Bu ihtiyar Uçar falan vardıya hep onları tanıyor.
N.-Bi de Garfi varmış Rum. Taa aşağıda tarlası varmış. Tarlanın içinde bir de evi. İki dene kızı varmış. İrene adındaki çok güzelimiş.
A. – İrene deel, Eleni olacak.
N.-Yahu bize İrene dedilerdi.
A.-Bazıları garıştırıyor adları. Ninem Elene derdi. Bi de manisi var ya sene demişle köyden galiba.
N.- Evet: Mani şu:
Garfi Cavırın evine
Adı, Güzel Elene
Sümbeki’ye gitmeden
Aşık olmuş Birine. (Aşık olmuş Bedri’ye olması gerek. Ama millet Bedri’den korktuklarından adını kullanamımışlar.)
A.- Biliyurmung? Datca’da üç güzel varmış o vakıtlar. Elene, Gızlanda; Mariya, Eski Datca’da; Dona, Betçe’de…
N. – Bi dene taa va… Onu da ben sööleyen. Batır’da Filibe’nin gızı, Zobi… Ama ayak parmakları altı daneymiş, ona da mani yakmış Batırlıla:
Şu Rodos’un hamamı
Eğri Çıka dumanı
Filibe’de çok gız va
Altı dene barmağı.
Hadi bakalım Ahmed, Hoşça kal, köyde görüşmek üzere…Bu gayvede olmadı bu. Çok gürültü va Bu Datcalıla bizim çok konuşurla. Ne demiş eskile: Marmaras’ın arı lafı, Hisarönün Darı lafı, Darayha’nın garı lafı, Datca’nın guru lafı…
A..- Sende de laf çoğumuş Nihatçığım. Emme köye yakında gel. Güzel bi gonuşalım.
N. Tamam. Söz!....