Salı, Nisan 29, 2008

limanda









TAVŞAN KANI(!)


O günlerde mürdümük[1] üzerine araştırma yapıyorduk. Yıllardır yakın köylerde ekimi yapılmıyordu. Yarımadanın en ucundaki köylerden Yazıköy veya Belenköy’de ekildiğini duyduk. Aylardan nisandı. Arkadaşımla Nokta pastanesi’nde buluşmaya karar vermiştik. Çünkü Yazıköylüler ve Belenköylüler'in, Datça’ya geldiklerinde orada oturduklarını biliyorduk.
Buluştuğumuzda saat 08.00’di. Çaylarımızı içerken köylerden gelenler de kaldırımda sıralanmış masaları doldurmaya başlamıştı. Oturduğum yerden bakarak, gözlerim tanıdık birini aradı. Kalkıp masalara yaklaştığımda Yazıköy’den Topuz’u gördüm. Hoş geldin dedikten sonra, köy'de mürdümük eken olup olmadığını sordum.:
Biz de eken yok, ne yapacaksın mürdümüğü, Nihat Abi?” dedi
“Toplamama izin verirlerse haşlayıp çocukluğumdaki gibi yiyeceğim.” dedim.
“Bizde artık ne eken va, ne de yiyen! Ama, Belenköy’e gidesen orada ekmişle.”
“Kim ekmiş?”
“Tomi Memed…”
“Tomi Memed kim, yahu?
O cevap vermeden ben hatırladım:
“Hani şu bizim kaptanlık yapan Tomi mi?
“Başka Tomi Memed mi va Nihat Abi. Şindi gitsen limanda bulusun. Mevsim geliyor ya, tekneyi hazırlıyor.”
“Yahu kaptanlık yapan adam mürdümükle neden uğraşsın ki?
“Onu da kendine sor abi.”
Sağol deyip ayrıldık oradan. Koşarcasına limana geldik. Limanda in cin top oynuyordu. Rıhtımda omuz omuza sıralanmış, yaz aylarında büfe olarak çalışan dükkanlardan biri kış aylarında kahve ocağına çevrilmişti. İçine iki masa sığdırabilmişlerdi. Aslında kahvenin müşterileri kış aylarında da dışarıda oturabilirlerdi . Fakat o gün hava biraz serin olduğundan içerdeki masalardan birinde beş kişi oturmuş çay içiyordu. Tomi Memed de aralarındaydı. Bizi görünce masaya çağırdılar. Selam verip oturduk. Ne içeceğimizi sordular. Masada duran çayların rengine tav olup hiç tereddüt etmeden, çay! dedim. Aslında çayla çok aram yoktur. Fakat masadaki çaylar tavşan kanıydı gerçekten. Arkadaşım, rengine bakarak çayı koyu buldu sanırım.
“Ben de çay alırım ama, lütfen çok açık olsun.” dedi
Kahveci, seninki nasıl olsun? der gibi yüzüme bakınca, masadaki bardakları göstererek:
“Açık değil, benimki normal olsun,” dedim.
Çayım masaya konduğunda kahveciye bozulur gibi oldum ilkin. Çünkü diğer çaylarla benim çayın arasında hiçbir benzerlik yoktu; bulanık, sarımtırak bir renk. Hani “Abdest suyu gibi” derler ya… Kendi kendime kahveciyi haklı çıkarmaya çalıştım. “Eh, çaydanlığın dibi kalmıştır belki, ne yapsın adam; benim için yeniden çay demleyecek değil ya.” diye düşündüm.
Mürdümük sohbetine başladıktan bir zaman sonra masadakiler çay bardaklarını kaldırdılar, hafifçe tokuşturup hep bir ağızdan, alçak sesle “Çek gitsin!” deyip tavşan kanı çaylarını bir dikişte içip bitirdikten sonra masaya bıraktılar. Arkadaşım ve ben şaşırmış “Bu nasıl çay içmek,” der gibi birbirimize bakarken, içlerinden biri eğilip masanın altından bir şişe çıkardı, çay bardaklarını tavşan kanı çayla tekrar doldurmaya başladı. Şişenin üstünde “EVİN” yazısını görünce biz bastık kahkahayı. Kahveci anlamıştı neye güldüğümüzü.
“Ne yapalım abi, idare ediyoruz. Çünkü burayı kışın kahve ruhsatıyla çalıştırabiliyoruz.” dedi.

[1] Mürdümük; eskiden Datça'da çok ekilen ve çok yenen protein kaynağı bir ürün. Oniki Adalar, Girit, Bodrum ve Datça'da ekilir. Gaziantep'te de ekildiğini söylerler. En kısa tarifi; Bezelyenin yabanisi diyebiliriz.