Pazar, Haziran 29, 2008

DATÇA SİNEMA GÜNLERİ







Datça Sinema Günleri başladı. "Ustaya Saygı" adıyla bu yıl üçüncüsü yapılan festivalin yıldızı Hülya Koçyiğit. Dün Ecevit Kültür Merkezi'nde gösterilen bir Datça belgeseliyle başlayan etkinlik, belediye salonlarında açılan "Sinema Afişleri" sergisiyle devam etti. Akşam amfi tiyotroyu dolduran iki binden fazla Datçalı'yla, etkinliğe katılan sinema oyuncuları ve yönetmenler yaptıkları konuşmalarla dinleyicilerle bütünleştiler. Hülya Koçyiğit, Mustafa Altıoklar, Nehir Erdoğan, Halit Akçatepe, Nur Sürer, Halit Refiğ, Berhan Şimşek gibi ünlülerin katıldığı festival bir hafta devam edecek.

Datça'yı çok sevdiklerini defalarca söyleyen sanatçılara, Datça'yı daha iyi tanımaları için, yaşanmış Datça öykülerini okusunlar diye birer "Datça'da Zaman" hediye ettik.

Perşembe, Haziran 26, 2008

İKİNCİ BASKI


"Datça'da Zaman"ın ikinci baskısı okuyucusuyla böyle buluşuyor.



Arka kapak



Ön Kapak
Tatil dönüşü sevdiklerinize Datça'dan "Datça'da Zaman" götürün.


Güzel Haber.

Bugünkü Datça Express gazetesinde gördük haberi. Datça'daki ressamlar kendilerine ait bir sokak istiyorlar. yani, Ressamlar Sokağı. Haydı hayırlısı. Bundan daha güzel istek, bundan daha güzel haber olur mu?
Zaten bir yıldır düşünüyordum, buraya yerleşen ressamlara rastladıkça... Ben, bir dernek kurabilirler diye düşünürken , bir sokak istemelerini daha da ilginç buldum. Onları canı gönülden desteklediğimi söyleyebilirim. Eşim de resim kursuna gidiyor bir aydır. Bakarsın Ressamlar Sokağı'nda biz de yerimizi alabiliriz. Haydi arkadaşlar bu öneriye hepimiz arka çıkalım. Datça'nın değişik bir renk kazanmasına yardımcı olalım...

Salı, Haziran 24, 2008

2 Temmuz. Kara lekenin yıldönümü


Not: 2 Temmuz Çarşamba günü Sivas katliamını anmak için"Pir Sultan Abdal Derneği"nin düzenlediği etkinliğe katılacağım. Datça'da ilk kez Madımak şehitlerimizi anacağız.

MADIMAK OTELİ _
Sivastopal, 2 temmuz 1993, 37 ölü, milyonlarca şiir yaralı._

sizleri tanıyordum
sabahları geçerek önümden giderdiniz işlerinize
siz
kendini amber ağacı sanan karalahana suratlı manav
yüreğini örümceklere diktiren terzi çırağı
siz
çocuklara çarpıp kaçma eğilimli belediye şoförü
maçlarda peygamberlere küfreden zabıta memuru
evet siz
siz
öğrencilerine Atatürk heykelini tokatlatan öğrenciyurdu müdürü
yani siz beyefendi

siz
çanakçılar, kışkırtıcılar, kibritçiler
melek boğazlayıcılar
sahte itfa’ye aslanları
siz
cinayet sonrası toz olan pır pır sultan imamlar
bayat yeşil biberler
kanat düşmanları
sizleri tanıyordum
kutu kutu odalarım kol kanat gerdi askerlik anılarınıza
banka cüzdanlarınıza
astım ilaçlarınıza
kiminiz evden kovuldunuz bende yattınız sabaha kadar
zik zak
korudum sizi göktaşlarından ve ay çarpmalarından
çocukluk arkadaşınızdı otel kayıt memuru önce onu yaktınız
türküleri yaktınız şiirleri yaktınız
doğru sözü yaktınız
akşamları geçerek önümden gidersiniz evlerinize
yıkıntıma sinsi sinsi gülersiniz
kapıda sizi karşılayan çocuklarınız
onlar da öğrenir bir gün
içindeki insanlarla yaktığınız
bir otelin
sonsuza dek
kül tüküreceğini yüzünüze.

Akgün Akova

Cumartesi, Haziran 21, 2008

BİR ANI


(TV kanallarından birinde gösterilen "Parmaklıklar Ardında" adlı diziyi görünce hep bu anı gelir aklıma.)


SİNOP CEZAEVİNDEKİ GÜNLERİM


İlk kez ne zaman yüzdüm hatırlamıyorum. Belki de yürümeden önce yüzmüşümdür diye düşünüyorum bazen. Çocukluk ve delikanlılık yıllarım hep denizle içiçe. Burgaz’a yazlığa göçtüğümüzde, Dalacak, Küçük Deniz, Cinali yetmezdi, iskelesinden denize atlamaya gelirdik Burgazdan İskele’ye Denizsiz yaşayamayacağımı düşünürdüm. Askerlik yılları deniz eri olarak denizaltı yatak gemisi Erkin... Gene denizin içindeydim. Askerlikten sonra İzmir, Alaybey… Tam Tersane’nin arkasında, denize elli metre. Alaybey'de rıhtımdan denize girerdik. Su pırıl pırıldı. Pazar günleri İnciraltı'na giderken vapurda gramafon çalıp milleti başımıza topladığımız günler... Ama 50’li yılların sonlarında Ankara’da denizsiz iki koca yıl. Sinema afişlerini dikkatle incelediğim yıllar. Afişte deniz resmi varsa filimde de vardır diye gittiğim sinemalar…
Deniz hasretiyle yandığım iki yılın sonunda yolum düştü Sinop'a. Yarı gece varmıştık oraya. Yorgundum, ayakta duracak halde değildim, kamyonla gelmiştik. Ona rağmen uyumak istemiyordum. Çünkü, denizden iyot kokusu gelmişti burnuma. Kim tutabilirdi beni evde. İki tarafına ahşap evlerin sıralandığı sokağa Meydankapı’dan girdim, sokağı arşınlayarak, bir solukta Tersane’de denizin kenarındaydım. Denizi kokusundan bulmuştum. Görenlerin “delinin teki” diyeceklerini düşünmesem sabaha kadar kalabilirdim deniz kenarında.. İşte yirmi altı yıl sürecek Sinop yaşamım böyle başladı.
Bir şirketin Amerikan Radar Üssü’ndeki inşaat işini altı ayda bitirip Ankara’ya geri gelmek üzere gönderilmiştim. İş bitiminde dönmedim. Ankara’da kendi kendime çalışarak yaptığım yarım yamalak bir İngilizceyle Amerikan şirketinde çevirmen olarak iş aldım. Çamları devire devire (orasını anlatırsam bir komedi dizisi olur) rayına oturttum işimi..
Yirmi yıl çalıştıktan sonra 1980 yılında emekli oldum. Emekli olduktan sonra sözleşmeyle çalıştım, tam altı yıl. Şehirde elektronik tamirat dükkanım vardı. Birkaç çırakla yürütüyorduk işi. Sözleşmeli olduğum Amerikan şirketine beni çağırdıklarında gidiyordum.

Biliyorsunuz Sinop, o büyük cezaeviyle ünlüdür. Cezaevi de zaman zaman içinde barındırdığı ünlü edebiyatçı ve siyasi mahkumlarıyla ünlüdür. Örneğin; Sabahattin Âli(1932-1933 yılları) gibi… Ve diğerleri: Refii Cevat, Burhan Felek, Celal Zühtü Benneci (teyyareci Celal), Mustafa Suphi 1913-1918. Zekeriye Sertel gibi daha bir çok yazı ve edebiyat adamları.

“Başın öne eğilmesin
Aldırma Gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül aldırma”

dizeleri Sebahattin Âli tarafından burada kaleme alınmış.

Bir gün atölyemde çalışırken cezaevi müdürü geldi. Önceden tanışırdık. Koğuşlardaki 45 kadar TV nin bakım ve tamirini yapardım. Müdür büyükçe bir projeyle gelmişti. Cezaevine kapalı devre TV sistemi kurdurmak istiyordu… İlkin işin teknik yönünü bilemem diyerek çekindim, “Ben bu sistemi kurarım.” diyemedim. O dalda hiçbir tecrübem yoktu. Bir iki gün izin istedim, “Bi düşüneyim,” dedim. Tecrübem yoktu ama, çalıştığım radar üssünde aranılan her çeşit yayını bulabileceğim kocaman bir kütüphane vardı. Bir ilin kütüphanesinden çok daha büyük ve zengindi. Oraya gittim. Kapalı devre TV sistemi konulu teknik kitabı buldum. O işin altından kalkabileceğime inandım ve işi kabul ettim. Cezaevi müdürüyle anlaştıktan sonra işe başladım. Atölyemdeki yardımcılardan ikisini yanıma alıp, her gün cezaevine gidiyordum. Atölyede 13-14 yaşlarındaki bir çırak kalıyordu.. Biz, sabah gidip akşam dönüyorduk.
İş umduğumdan çok ağır ilerliyordu, hızlandırmak elimizde değildi. Altmış kişilik koğuşlarda cezalarını doldurmaya çalışan normal mahkumların, müebbetlerin, terörden hüküm giymiş gençlerin, koğuşa girdiğimizde bize gösterdikleri konukseverlik işimizi yavaşlatıyordu. Bizi kendi halimize bıraksalar, işimizi çok kısa bir zamanda bitirebilirdik. Çünkü oradan bir an önce çıkıp kurtulmak istiyorduk. 50-60 kişilik koğuşlara kucağımızda TV ile girdiğimizde öyle bir alkış kopuyordu ki, zaman zaman bişey mi oldu diye müdür kendisi çıkıp geliyordu. Alkış almak hoşumuza gidiyordu da, hoşumuza gitmeyen şey, her koğuşta bize mutlaka ikram edilen, içmek zorunluluğunda olduğumuz “Mahpushane işi çay"dı.
Koğuşa girmeden önce refaketçi gardiyana yalvarırdık, “Ne olur bi formül bul, hiç olmazsa bu koğuşta çay içmeyelim” diye. Ama cevap her zaman: “Abi yapmayın, kızarlar, içlerinden biri yanlış bi laf eder canımız sıkılır. Ne olacak birer bardak da burada içiverin.” oluyordu.
Eh, ne yapalım? Girerdik koğuşa. Herkes ayakta… Koğuşun lideri mi desem, külhanbeyi mi desem, seslenir: “Çaylar hazır mı? Getirin bakalım çaylari ilkin.” Bizim: “Biz şu koğuşta çay içmiştik” gibi çok nazik itirazımızı ciddiye almaz, “Bizim çay o koğuşun çayına benzemez, abicim.” diyerek koyu kırmızı çay bardağıyla donatılmış tepsiyi sürerdi önümüze. Çaycının gözü önümüzdeki bardaklardadır, daha bardağın dibi görünmeden doldurur bardakları…
Üstüste içilen koyu çay yüzünden bulanan midelerimizle başlardık işe. Teknik bağlantıları bitirip de TV yi açtığımızda, bir alkış daha kopardı, kıyamet kopar gibi. Bu sefer koğuş liderinden başka teklif gelirdi: “Birer keyif kahvesi içelim mi abicim?” Kahve teklifine karşı çıkabiliyordum, kalbime dokunuyor diyerekten.
İşimiz on gün kadar sürmüştü. Sabah gidip, akşam çıkıyorduk cezaevinden. Bu arada dükkânıma uğrayamıyordum. İşin bitmesine yakın günlerde, işe giderken ve akşam işten dönerken beni gören tanıdıklar hararetle “Geçmiş olsun” demeye, hatta bazıları, geçmiş olsun deyip sarılıp öpmeye, arkasından da “Ne oldu yahu, neden Cezaevine düştün?” diye sorgulamaya başladılar. İlkin şaka yaptıklarını sanmıştım ama daha sonra anlamaya başladım:
Biz sabahtan akşama kadar ünlü mahpushanede çay içip fırsat bulunca çalışırken, dükkâna müşteri geliyor, beni göremeyince çırağa soruyormuş:
“Nihat Usta nerede, oğlum?” Bizim az konuşan çırak tek kelimeyle cevaplıyormuş: “Mapushanede!” Soran üsteler de,
“Neden mapusa girdi?” diye sorarsa mesele yok, çırak:
“Çalışıyor” deyip savıyormuş adamı. Ama bazısı çırakla muhabbet etmeyi sevmediğinden neden sorusunu sormaz:
"Vah vah! iyi adamdı, neden düştü mapus damına? der uzaklaşırmış. İlk rastladığı arkadaşına da:
Duydun mu? Bizim Nihat Akkaraca var ya, içeri almışlar onu da" der sorarmış: "Neden aldılar ki içeri, yazı yazmaz bişey yapmaz "deyince diğeri de:
"Biraz solculuğu vardı, acaba ondan mı aldılar dersin?" deyip, haberi aldığı gibi başka arkadaşına aktarırmış. Bu habere en çok sevinen elektronikçi rakiplerim olmuşmuş ama, onlar kısa zamanda öğrenmişler iş için içeride olduğumu.
O ünlü cezaevine yirmi günlüğüne sadece çalışmak için girdiğimi Sinoplu dostlara anlatıncaya kadar, deyim yerindeyse, göbeğim çatlamıştı. Keşke o zaman hiç açıklama yapmasaydım da, o cezaevinde yirmi gün bile olsa, yatmış olduğum bilinseydi. Bugünlerde yazmaya çalıştığım yazıları, cezaevine girmiş çıkmış bir yazarın yazıları olarak daha başka bir gözle okurdunuz…

Not:
“Datça’da Zaman” ın ikinci baskısı çıktı .




Çarşamba, Haziran 18, 2008

BÜROKRAT, BALIK VE BALIKÇI

Ömrünün yarıdan fazlası üst düzey bürokrat olarak sahil kasabalarında geçmişti. Üst düzey makamın verdiği bütün kolaylıkları rahatlıkla kullanmış, bundan da büyük bir haz almıştı. Evine sebze, meyve mi alacak, ısmarlardı köylüye, seçme gelir ki, sorma. Ama, ücretini mutlaka öderdi. Öyle, hediye olarak falan değil ha… Hediye lafını duymak bile istemezdi. O gün Balık yemek mi istedi canı; günlük kurtarmaz, saatlik olsa daha iyi olurdu. Ama neredeyse canlı balık, hem de istediği türden, mutlaka girerdi mutfağına. Bayat balık hiç görmemişti ömründe, sadece duyardı arkadaşlarından. Yok, gözleri ölü gözü gibi baygın olurmuş, yok efendim, solungaçları beyazlaşırmış veya her yanı hamur gibi yumuşarmış da…
Emekli olduktan sonra durum biraz değişmişti ama, emekliliğini de küçük bir kasabada yaşamaya başlamıştı. Balıkçıların hepsi onu tanıdığından taze balık yemeğe devam ediyordu…
Bir ara İstanbul'a gitmişti. Bir ay kadar kalacaktı. O gün balık yemek istiyordu canı. Kasaba yaşamından kalma bir alışkanlık işte...
Kaldığı ev yabancısı değildi. Kendisi de gider alırdı balığı. Zaten balık seçiminde kimseye güvenmezdi. Damat mı? Ne anlar balıktan. Ömür boyu yediği balıkların hemen hemen hepsi tezgaha birkaç gün park etmiş balıklar olabilirdi.
Öğleden sonra indi Beşiktaş’a. Balık Pazarı'na doğru yürüdü. “Palamuta gel, derya kuzusu bunlar!” nağraları çarşıyı çınlatıyordu. Palamutların sıralandığı tezgaha yaklaştı. İlkin teker teker göz attı balıklara. Balıkların gözleri pek baygın bakmıyordu ama, “solungaçların renginden ne haber “ diye geçirdi aklından. Elini uzattı, gözüne kestirdiği palamutun kulağını açtı, solungaçlara baktı. Şimdiye kadar hiç bayat balık görmediğinden, solungaçların renginden balığın tazeliğine karar veremedi. Balıklara dokunduğunda, “Derya kuzusu bunlar” diye bağıran, sivri burunlu, karadenizli olduğu her yanından belli satıcıdan bir tepki gelmediğini görünce biraz daha ileri gitti. Ne de olsa üst düzey bürokrat alışkanlığı nüksetmişti.
Palamutun birini eline aldı, kulağını açtı, gözlerinin önüne tutup iyice baktı, daha sonra kokladı. Balığın sırtını okşayıp yumuşaklığına baktı. Sonunda bir eliyle kafasından diğer eliyle kuyruğundan tutarak burnunun ucundan geçirdi balığı boydan boya. Birini bıraktı diğerine aynı titizlikle baktı. İstediği tazelikte balık yoktu tezgahta. Tam vazgeçip oradan ayrılırken o ana kadar hiç sesi çıkmayan Karadenizli balıkçı kükrer gibi konuştu:
“ Bey Amca! Ha pu paluklarla akrabalığınız mi vardır da?"
Bu tepki karşısında döndü, balıkçının yüzüne sadece baktı. Hiç bişey demedi. Ömür boyu hiç bir balıkçıdan böyle bir tepki almamıştı. Onun sessiz kaldığını gören Laz balıkçı devam etti:
“Palukların kulağına bişeyler fısıldadin, kokladin, sırtlarını okşadın; bi öpüp boyunlarına sarılmadığın kaldı, be Bey Amca! Ha onun içun dedum öyle...”
Alışverişin tadı kalmamıştı. Zaten alsa da o balığı ağız tadıyla yiyemeyecekti. Hiç sesini çıkarmadan tezgahtan uzaklaştı, en yakın kasap dükkanuna girdi..

Cumartesi, Haziran 14, 2008

Memleket Şaşırmış!

Bir TV kanalında kadın programlarından biri...
Program yapımcısı İkbal hanım, bir gözü morarmış ağlayarak konuşan kadına soruyor:
“Seni geçen yıl da dövmüş. Şikayetçi olmuşsun. Hakim sekiz yüz lira ceza vermiş kocana, doğru mu?”
“Evet, sekiz yüz lira ceza kestiydi hakim, o zaman.”
“Eh, iyi! Sekiz yüz lirayı verdiler mi sana?”
“Yok, nerdee… Hökümet aldı parayı. Ben para falan görmedim.”
“Vah, vah! Keşke sana verselerdi.”

Her karısını döven adamdan hükümet sekizyüz lira gelir elde edecekse, bundan böyle kadınlarımızın yiyeceği dayağa bak sen artık… Hükümet, kadın dövmeyi teşvik eden bir kanun da çıkarırsa...
“Kadıyla adamın anası” meselesi geliyor insanın aklına.

Cumartesi, Haziran 07, 2008

BİRAZ DA ŞİİR

"İki Şair Sunay Akın-Akgün Akova
arasında, İSTANBUL"
adlı kitaptan

ŞİİRİÇİ VAPURU

Nazım Hikmet vapuru
Deniz ile arasına
Dökülen asfaltı kırar
Ve özgürlüğüne kavuşturur
Salacak İskelesini
Batmak pahasına

Can Yücel vapuru
Alaycı bir düdük çalar
Savaş gemilerine
Ki rakı şişeleri asılıdır
Can simitlerinin
Yerine

Attila İlhan vapuru
Keyifle yarar suları
İçinde çünkü sevgililer öpüşür
Ve güvertesinde
Rüzgara karşı yakan
Bir katil üşür

Edip Cansever vapuru
Denize yansıyan
Otel ışıkları altında
Gider gelir Boğaz’ın en uzak
İki iskelesi
Arasında

Orhan Veli vapuru
Evlerine taşırken
Telaş içindeki insanları
Küpeştesinden atılan
Simitleri kapışır
Martı kuşları

Cemal Süreyya Vapuru
Akşamüstleri giyince
Işıklı elsbisesini
İnce bir duman savurarak havaya
Dansa kaldırır
Kız Kulesini


Sunay Akın




İÇİMİZDEKİ ÇOCUK

Yüksel DEMİREKLER

İçimizdeki Çocuk

İçimizdeki çocuk öldüğü zaman
Ne ressam kalır ne şiir ne ozan
Ne bilgin kalır ne bayram-ı ramazan
Ne merak kalır ne sevgi ne bilim
Ne yaşama sevinci ne oyun ne yaşam
Kaç yaşında olursan ol
İçimizdeki çocuk öldüğü zaman

**************************

PARAMPARÇA
Bedri rahmi Eyüpoğlu


Ağaç bütün
Işık bütün
Meyve bütün
Benim dünyam paramparça


Büyük bir ayna kırılmış
Kırılıp yere dökülmüş
Kâinat içine düşmüş
Düşmüş ama paramparça


Yaprak yaprak yapıştırdım
Diyar diyar dolaştırdım
Bir alevdi tutuşturdum
Yandım ama paramparça

DUYURU

Datca Yerel Tarih Dernegi'nin hazirlamakta oldugu "Datca'da Hayatin İcinden Bitkiler" kitabi okuyucuyla bulusuyor.
İcinde yemek tariflerinden, alet edevat yapimina, oyuncaklardan, kozmetik ürünlerine, zirai mücadele yöntemlerinden, tedavi amaçlı kullanilan otlara varan genis bir bitki kullanim yelpazesini barindiriyor bu kitap. Kisacasi Datça Yarimadasi'nin yakin gecmisinde yer alan otlarla, bitkilerle kurulan yakın iliskiyi kapsayan bir yerel kültür-tarih çalismasi. Bu çalisma oldukca amatör bir grup tarafından hazirlandi. Grupta botanikci veya farmakolog olmadigini belirtmek gerek. Bu grup, giderek unutulmakta olan bitkilerle kurulan bu bagi kayit altına alip, gelecek kusaklara aktarmak amaciyla köy köy, bag bahçe, dere tepe dolasip, calisarak bu bilgileri derlediler. Datca Yerel Tarih Dernegi Bitki Grubu asagidaki isimlerden olustu: Aliman Erdem, Ayse Ural, Cemile Kahraman, Çigdem Erkan, Fatma Celik, Fatma Soydan, Melda Omay Ozdamar, Meray Yesiltas, Nihal Yalcinkaya, Nihat Akkaraca, Sedat Uysal ve Semra Geremeli.
Ve simdi 12 Haziran Persembe saat:18:00'de kent Parki'nda duzenlenecek bir tanitim kokteyli ile "Datca'da Hayatin İcinden Bitkiler" isimli bu kitap Datcalılarla bulusacak. Tanitim kokteyline hepinizi bekliyoruz.
Datca Yerel Tarih Dernegi

ÇAĞIRI

Datça Yerel Tarih Derneği, Datça Yarımadası’nın tarihi ve kültürel mirasını araştırmak, kaydetmek, paylaşmak ve aktarmak amacıyla kuruldu.
Derneğimizin faaliyetlerini tanıtmak için bir kokteyl düzenledik. Datça’ya gönül veren herkesi o gün aramızda görmekten mutluluk duyacağız. Bizimle olmanız çalışmalarımıza destek vermeniz anlamına gelecek, çalışma şevkimizi artıracaktır. Bu kokteylde, ayrıca, Yerel Tarih Derneği'nin son günlerdeki çalışmaları hakkında sizleri bilgilendireceğiz, derneğimizi ve bizleri daha iyi tanıma fırsatı bulacaksınız.


Yer: Kent Parkı- İskele, Datça (Ilıca Su değirmeni yanında)
Tarih: 12.06.2008 Perşembe
Saat: 18.00

Salı, Haziran 03, 2008

Kız ve erkek öğrenciler

İlköğretim okullarından birinin öğretmenleri “masal anlatı ve dinleti” gecesi hazırladılar. Bugün masal anlatacak çocukların seçmeleri vardı.. Geceye renk katmak için bir masal da ben anlatacağım. Bu yüzden seçici kuruldaydım.. Seçmeleri bugün bitiremedik, yarın devam edeceğiz.
Bugünkü seçmelerde bişey çok dikkatimi çekti: Yeteri kadar puan alarak seçilen çocukların hepsi kızdı. Bir tek erkek çocuk seçilemedi. Kızların masal anlatışları görmeye değerdi. Ses tonlamaları, mimikleri, sahneye hakimiyetleri beni şaşırttı.
Erkek çocuklarsa, deyim yerinde ise, dört dörtlük dökülüyorlardı. Puanlama sonunda seçici kuruldaki öğretmenlerle de bunu konuştuk. Erkek çocuklar sözelde fazla başarı gösteremiyorlardı.
Bu gözlemimi buraya yazmaya niyetim yoktu. Elif’in bloğunda bugünkü yazısını okuyunca ben de yazmaya karar verdim. Yarınki seçmelerde başarılı bir iki erkek öğrenci de çıkacak mı ortaya bakalım.