Cumartesi, Mart 29, 2008

YAK FENERİ, KAMER...

Aşağıdaki yazı 902 kelimelik bir öykünün kısaltılmışıdır. 902 kelimeden 429 kelimeye kadar düşürebildim...

Datça Yarımadası’nda Eski Datçalılar’ın Burgaz’a, Reşadiyeliler’in Çayıriçi’ne, Kızlanlılar’ın Kızlan Ovası’na, Karaköylüler’in Güzne’ye, Batırlılar’ın Pustular’a yazlık için üç aylığına göçtükleri yıllardı o yıllar. Kimisi incirlerini toplamak için, kimisi tütünde çalışmak için, kimisi bahçe yapmak için göçerlerdi. Göçmeden önce çam serenleri, kargılar ve mersin çalıları kullanılarak çok düzgün, iki odalı çardaklar kurulur, yaz sonunda köye göçtüklerinde çardaklar bozulur, çardak malzemesi gelecek yıl için bir yerlerde saklanırdı. Her çardak bir tarlanın içinde olduğundan çardakların arasına bazen kocaman tarlalar girerdi. Komşuluklar mesafe olarak uzaktı ama duygusal olarak çok çok yakın, sanki içli dışlı yaşanıyormuş gibiydi. Yediden yetmişe herkes gün doğumundan gün batımına kadar çalıştığından akşam karanlığından önce yemek yenmiş olur, biraz geç yemek yiyen aileler yadırganır konuşulurdu, yemeği karanlığa birakıyorlar diye. Aydınlanmak için gemici fenerleri kullanılırdı. Çünkü çardaklarda gaz lambası kullanmak tehlikeliydi. Rüzgar ya devirir ya da söndürebilirdi. Geceleri karanlıkta tarlada yürümek zor ve tehlikeli olduğundan, komşu ziyaretlerine hep elde bir fenerle gidilirdi.
Herkes gibi Halit Efendiler de o yaz çayıriçi’ndeki bahçelerine göçmüşlerdi. Halit efendi sabahları Reşadiye’ye dükkanına gidiyor akşamüstü dönüyordu. Eşi Kamer Hanım bahçeyle vakit geçirirdi gündüzleri. Akşam yemeklerini yedikten sonra ya onlar komşularına gider biraz oturur sohbet ederler, ya da komşuları onlada toplanırdı.
Halit Efendi Datçalı değildi. Dışarıdan memur olarak gelmiş, batırlı Cemal Ağa’nın beş kızından biri olan Kamer Hanım’la evlenmiş, emekli olunca da Datça’da kalmıştı.
Halit Efendi’nin kendini yorgun hissettiği bir akşamdı. İçtiği iki kadeh rakının rehavetiyle oturduğu yerden azıcık kestirse harika bişey olacaktı Tam bunu düşünürken tarlalarının kenarından çardağa doğru yaklaşan sarımtırak ışıktan anladı komşularından birinin misafirliğe geldiğini. Çardağa yaklaşınca, “Biz geliyoruz komşu.” Dediğinde sesinden anladı gelenlerin komşuları Yaylalılar olduğunu. Gönülsüz de olsa kalkıp güler yüzle karşıladı misafirlerini. Halit Efendi gerçekten efendi bir adamdı. Kamer Hanım da tam anlamıyla hanım…
Biz Datçalılar “Hoş geldin, nasılsın” sohbetini epey uzatırız. Nasılsın sorusundan sonra keyfin nasıl? Diye sorulur, sonra çocuklara ve hatta keyifleri nasıl diye teker teker sorulur. O akşam da öyle oldu. Bu karşılama sohbetinden sonra o zamanın önemli konusu olan “Alaman Harbi” sohbetine geçildi. Halit Efendi gündüzleri Reşadiye’de bulunduğundan gazete okur, radyo dinler haberi olurdu havadislerden. Alaman harbi sohbetinin arkasından tarla tokat işleri konuşuldu, azıcık da dedikodu derken Halit Efendi’nin gözleri kapanmaya başladı. Yaylalı’nın sorularına kısa kısa cevaplar veriyor, belki yarınki işini hatırlarsa kalkar giderler diye, ertesi günü neler yapacaklarını sordu bir ara:
-Yarın tütün kırma işiniz var mı?
-Olmaz olu mu ya, yarın, devrisi gün tütüne devam… dedi yaylalı.

Halit Efendi esneyerek:
-Öyle mi? Tütün işi de zordur hani. Sabah karanlığıyla kalkıp tarlaya gitmek kolay olmasa gerek… Hani neredeyse, erken kalkacaksanız, erken yatın. diyecek Halit Efendi. Ama pek aldıran yoktu. Yaylalı konuşmak üzere ağzını her açışında sanki: “Hadi Fatma, yak feneri gidelim” diyecekmiş gibi geliyordu ev sahibine. Fakat nerdeee… Umurunda değildi misafirin.
Kamer Hanım’ında uykusu gelmiş, açılsın diye çardağın önündeki bulaşıklıkta kahve fincanlarını yıkamaya başlamıştı. Halit Efendi artık dayanamadı, Kamer Hanım’a seslendi:
“Kamer, yak şu bizim feneri bakalım! Bunların kalkıp gideceği yok, biz bari gidelim, deyiverdi Hemen ardından yandı Yaylalıların feneri. Daha onlar çardaklarına varmadan söndürdü Halit Efendiler fenerlerini, sabah güneşi çardağın içini aydınlatana dek sürecek uykularına daldılar. Çayıriçi, geceyi arasıra havlayan bir kaç köpeğin sesine ve kurbağa vırraklamasına bırakıp ertesi gün doğacak güneşi beklemeye başladı...

Salı, Mart 25, 2008

EVDE OLMAK

Valla Elif beni mimledi ama, bu mimlenmenin içinden bir dakikalık öyküyle çıkabildim. Yani tam altmış kelimeyle. Artık öykünün dokunulacak yeri kalmadı. Öykü benim değil; İstvan Örkeny’nin kısaltılmış bir öyküsünü kısaltabildiğim kadar kısalttım. Ama, hala bir anlam var sanırım.


Kızı dört yaşındaydı. Aklı birçok şeye yetmiyordu. Annesi yaşamlarındaki değişimi kavratabilmek için kızını dikenli tellerin yanına götürdü, uzaktaki treni gösterdi.
“Bak bu trenle gideceğiz evimize.”
“O zaman ne olacak ki?”
“Evimize kavuşaçağız!
“Peki ev ne demek?”
“Bundan önce yaşadığımız yer demek.”
“Orada ne var?”
“Oyuncak ayını ve bebeklerini hatırlıyor musun?”
“Anneciğim orada gardiyan varmı?”
“ Yok!”
“O zaman, oradan kaçabilir miyiz?

Pazar, Mart 23, 2008

DÜNYA ŞİİR GÜNÜ

Datça Pazarında "Ne alırsan on lira" nidaları arasında, şiir de vardı dün.
Şairler; İzmir’den Oğuz Tümbaş, Ahmet Günbaş, Onur Şenli, Hüseyin Alemdar’ lar
Bulgaristan’dan Nurten Recep, Romanya’dan Lidya, Ankara’dan diğer şairler… Etkinliğin koordinatörü artık Datçalı saydığımız, bize sık sık şiirli günler yaşatan şair ümit Yaşar...
Datça pazarında tezgahların arasına koydular masalarını. Şiirler yankılandı tezgahların arasında. Onur Şenli, “Agora Meyhanesi"ni pazara açtı dün. Bir çok izleyici ilk kez dinledi tümünü bu ünlü şiirin. Datçalı şairlerin şiirleri de yankılandı beton yığınları arasında. Pazara gelenlerin filelerini şiirler doldurdu dün. Bu haftaki diyetimiz şiirli olacak.
Ne yazık ki dün, hava muhalefetinden dolayı Rum dostlarımız gelmemişti pazara Simi’den. Yoksa onların filelerine de girecekti şiirler, belki biraz da kıskanacaklardı bizi…
Bu yüzden ben bi şeyler yazmaaya çalışacağım orada yayımlanan The Symi Visitor Gazetesi’ne. Birkaç da resim ekledik mi yazıya, tamamdır…


Romanya güzeli Lidya, o güzel kırık Türkçesiyle şiirini okuyor. Sol tarafta etkinliğin koordinatörü Ümit Yaşar. Sağda, İzmir'in değerli şairlerinden ve edebiyat adamlarındanbiri: Oğuz Tümbaş.



Bulgaristan'dan gelen Nurten Recep
İzmir'den Leyla Işık şiir kitabını imzalıyor.

Dünya Şiir Günü için çok sevdiğim bir şiiri de ben koyayım buraya
jacques Prevert'den
*****************
Önce bir kafes resmi yaparsın
Kapısı açık bir kafes
Sonra kuş için
Bir şey çizersin içine
Sevimli bir şey
Yalın bir şey
Yararlı bir şey
Sonra götürür bir ağaca
Asarsın bu resmi
Bir bahçede
Bir koruda
Ya da bir ormanda
Saklanır beklersin ağacın arkasında
Ses çıkarmaz
Kımıldamazsın
Kuş bazen çabuk gelir
Ama uzun yıllar bekleyebilir de
Karar vermezden önce
Yılmayacaksın
Bekleyeceksin
Yıllarca bekleyeceksin gerekirse
Resmin başarısıyla hiç ilişiği yoktur çünkü
Kuşun yavaş ya da çabuk gelmesinin
Geleceği olup da geldi mi kuş
Çıt çıkarma yok
Kafese girmesini beklersin
Girdi mi kafese fırçanla
Usulcacık kapısını kaparsın
Sonra kuşun bir tüyüne dokunayım demeden
Bütün kafes tellerini teker teker silersin
Yerine bir ağaç resmi yaparsın
Dallarının en güzeline kondurursun kuşu.
Tabii ne yapraklarının yeşilini unutacaksın
Ne yellerin serinliğini
Ne de yaz sıcağındaki böcek seslerini
Otlar arasında
Sonra beklersin ötsün diye kuş
Ötmezse kötü
Resim kötü demektir
Öterse iyi olduğunun resmidir
İmzanı atabilirsin artık
Bir tüy koparırsın usulca
Kuşun kanadından
Ve yazarsın adını resmin bir köşesine.

Cumartesi, Mart 22, 2008

"BOYAYLIM ABİ!"

“Boyaylım abi!” diye seslendikten sonra elindeki fırçayı önündeki sandığa vuruyor: Tak! Tak! Tak!” Tekrar sesleniyor: “Boyayalım abi!”
Boş olduğu zaman bunu herkese yapıyor. Normal bi durum… Kendine ayakkabı boyacılığı gibi bir meslek seçmişse müşteriyi çağırması olağan. Boya sandığının üstüne ayağını koymuş adamın pabucunu boyarken, kaldırımdan geçen biri tanıdığıysa, fırçayı sandığın kenarında takırdaıp, “Boyaylım abicim!” diye seslenmesi de olağan. Hele nisan ayından ekim ayı sonuna kadar hemen hemen herkesin sandalet giydiği bir yörede ayakkabı boyacılığına soyunmuşsa insan.
Ama bazen çok üstümüze geliyordu ki Amet, bir arkadaşım yakınıyordu:
“Bazen yolumu değiştirmek zorunda kalıyorum, bıktım bu Amet’in oradan her geçişimde, ‘Boyayalım M…. Abicim’ diye seslenişinden. Bir gün önce boyatmış olsam da pabuçlarmı, ertesi gün önünden geçerken gene sesleniyor aynı sözcüklerle…’Boyaylıım, M…. Abi.’
İnan ki bazen ta postanenin arkasından dolaşıyorum gazete almaya giderken….”


Sonra ben yakınıyorum:
“Ah! Sorma M…. Abi, Amet beni de bıktırıp usandırmıştı. Her geçişimde, boş olsun veya çalışıyor olsun adımla sesleniyordu: “Nihat Abi, boyaylım. Tak, tak tak! Gel abi hemen boyarız!..
‘Acele işim var Amet,’ deyip geçiyordum ki, arkamdan Amet’in dedikleri beni şaşırttı: “Acele işi olan adamın Datça’da ne işi var.” demesin mi? Duymamazlıktan geldim, yürüyüp gittim.
Etrafta beni tanıyan varsa utanırdım bazen. Pabuçlarımı pintilikten boyatmıyor sanacaklar diye. Pabuçlarımın boyanması gerekli olsa bile, durup zamanımı orada boşa geçirmek istemiyordum. Evden çıkınca şöyle tur atıp konuşacak bir arkadaşa rastlarım diye dolaşmak istiyorum aslında.

Fakat, ben bir çaresini buldum da rahatladım.. Nasıl mı? Anlatayım:
Biliyorsun Datça’da bir işi yaptırmadan önce parasını peşin verirsen, o işin bitmesini bi iki yıl beklersin. Benim de aklıma o geldi. Bi gün gene o caddeden, hatta caddenin karşı kaldırımından geçerken fırçanın boya sandığında çıkardığı sesi duydum: ‘tak! tak, tak!’ Arkasından Amet’in sesi: ‘Boyaylım mı Nihat Abi?’
Şöyle bi durakladım, yolun iki tarafına bakarak trafiği kolladım ve vardım Amet’in karşısına. Cebimdeki bozuk paraları çıkardım ve sordum: ‘Pabucu kaça boyuyorsun Amet?’.
‘Bir buçuk, abi!’
‘Tamam Amet. Şimdi benim pabuç boyatmaya zamanım yok, al şu parayı. Bir lira, şu da elli kuruş, etti mi birbuçuk. Tamam mı? İşim olmadığı bi zaman boyaylım, olur mu?” Hiç sesini çıkarmadı, parayı aldı, sandığın çekmecesine bıraktı, elindeki fırçayı sandığa üç kere vurarak tıklattıktan sonra, yoldan geçenlere seslendi: ‘ Boyaylım Abiler!...'

Bak abi, üç ay oluyor, Amet’in önünden günde bazen üç kez geçiyorum, beni ne görüyor, ne de sesleniyor. Ben kurtuldum. Tavsiye ederim sen de aynını yap ve kurtul.”
dedim arkadaşım, M….’e.

Salı, Mart 18, 2008

AYAK SESLERİ

Bu sabah kahvaltımı yaparken, gözüm ve kulaklarım tesadüfen TV ekranına takıldı. Keşke takılmaz olsaydı… Kanal D’de iki erkek ve eğitimli olduklarını sandığım üç kadın... tartışma var… Kadınlardan biri program sunucusu, diğer ikisi konuk. İki erkekten biri, yazmış olduğu kitabı milyonlara duyurmak isteyen ve bunu da ustalıkla başaran bir uyanık. Adı Hamdi Kalyoncu imiş. Kitabın konusu ne biliyor musunuz? Çok eşliliğe övgü. Ekrandakiler tam yarım saat bu kitabın tartışmasını yaparak o kitabın milyonlara duyurulmasını sağladılar. Kitabın yazarı çok eşliliğe övgüler yağdırırken üç bayan susuyor, tam içlerinden birisi ona cevap verirken hepsi aynı anda konuştuklarından izleyici hiç bişey anlamıyordu. Yazar, bunun farkında olmanın keyfiyle sırıtarak söz alıyor, bizimkiler uslu uslu dinliyordu
Adam, elindeki kitabını yazmak için beş yıl araştırma yaptığını, Osmanlılarda çok eşliliğin ne kadar güzel yürüdüğünü sırıta sırıta anlatıyor, bir de o zamanlar Osmanlı'da, son zamanlarda Mısır’da, Suriye’de yapılan istatistiklerden bahsediyor, bizimkiler sormuyordu, Osmanlı zamanında doğru dürüst nüfus sayımı bile yapılamazken nasıl oluyor da inanılır bir istatistik yapılabiliyordu, böylesine hassas bir konu üstüne, diye. Ben hayretler içinde kaldım. Bu yazdıklarımdan başka diyecek söz bulamadım o ekranda gördüklerim ve duyduklarıma…
Ekrandaki görüntü, şeriatın gölgesi; seslerse şeriatın ayak sesleriydi çünkü.

Pazar, Mart 16, 2008

Sındı köyünde Organik tarım ve pazarlama

Organik ürün yetiştirmek üzere önce bir kooperatif kuruldu. Suni gübre kullanımını durdurdular. Organik gübreyi kooperatif getirtiyor. Resimde görülen ağaçlık alan, Zeytincik Mahallesi'yle Sındı Köyü arasında kalan tarım arazisi. Organik tarımın yapıldığı alanlardan biri.
Üretilen organik ürünün, organik malzemeden yapılmış ambalajlar içinde satılmasını öngördüler.
Köyün kadınlarına ambalaj örme tekniği öğretildi. Bir iki gün içinde üretmeye başladılar. Zeytin, zeytinyağı, payam ve bal yukarıda gördüğünüz ambalajlar içinde satılacak artık.
Bir dostumuza payamı hediye olarak götüreceksek, böyle zarif bir ambalajda götürmemiz daha hoş değil mi?


Bu ambalajlar, resimde bir kaçını gördüğümüz kadınlarımızın hünerli ellerinden çıkmaktadır.



Perşembe, Mart 13, 2008

SUSUZ YILLARA HAZIR MIYIZ?

SU, SU, SU…

Her gelen yıl bir öncekinden daha kurak. Dağda bayırda dolaştığınızda daha açık seçik farkediyorsunuz bunu. Geçen yıl yağmur yağarken akan dereler, bu yıl yağmur yağarken de akmıyor.
Yağmurcu değiliz ki daha fazla yağdıralım. Yağmur duası da bizi aşar. Bunu başkaları yapıyor ama, gene de bulutlar üstümüzden gülüp geçiyor, bi türlü gözyaşı dökmüyor. Bu durumda yapabileceğimiz tek şey, suyu dikkatli kullanmak. Her aile bir ayda on beş ton su tasarrufu yaptığında, o ay on beş ton suyu gökyüzünden yere yağdırmış olacaktır..
İşte bu düşünceyle çıktık yola, su kullanımında ödün vermeden başladık su tasarrufuna. Sonuç ne oldu biliyor musunuz? Yüzde elli daha az su kullanımı. Nasıl mı yaptık?
Önce, ana borudaki vanayı çatıdaki depo dolduktan sonra kapatmaya başladık.
Depodan gelen suda fazla basınç olmadığından, musluğu açtığımızda boşa fazla su akmıyor. Basınç az olduğunda musluklar da kolay kolay kaçırmıyor.
Bir buçuk litrelik pet şişelere su doldurup ağzını kapattık ve rezervuarların içine koyduk. Böylece rezervuarın her kullanışında bir buçuk litre su tasarrufu sağladık.
Tıraş olurken musluğu açık bırakmadım.
Eskiden hortum elimizde, balkonları ve evin terasını yıkayacağız diye suyu bir saat açık bırakırdık. Bundan vazgeçtik. Süpürüp paspas kullanmaya başladık
Sebzeyi ve meyveyi bir kab içinde yıkayıp biriken suyla çiçeklerimizi suladık.(özellikle yaz aylarında.)
Sonuç bizi de şaşırttı. Su faturasındaki rakam yaz aylarında 60 tondan 30 tona, kış aylarında 35-40 tondan 15 tona kadar düştü.
Biz bu tasarrufu yaparken dışarıda gördüklerimiz bizi yolumuzdan döndürmüyor.
Araba yıkama yerinde yere atılmış bir hortumdan harıl harıl boşa akan suyu görünce, arabayı bezle silmekte olan yıkayıcıyı ikaz ettiğimde bana, “Bizim su şebekeden gelmiyor, kendi kuyumuzdan basıyoruz,” dedi. Kendi kuyusunun da, şebekenin de yer altı suyundan beslendiğinden haberi yoktu belki. Yerin altındaki suyun hepimizin müşterek suyu olduğunu anlatmak gerekiyordu adama.
Ben tasarruf ediyorum da ne oluyor sanki, başkaları suyu dere gibi boşa akıtıyor, deyip tasarruftan vaz geçmemeliyiz. çok yakında karşımıza çıkacak olan kuraklık felaketi için biz gerçek bir insanın yapması gerekeni yapmalıyız O günler geldiğinde nasıl olsa suyu damla damla kullanacağız. İyisi mi şimdiden az suyla çok iş görmeye kendimizi alıştırmış olalım

ÖNCE EKMEK


Çarşamba, Mart 12, 2008

EĞİTİM

SINDI köyünde gördüklerim. Köyün demircisi, ustaların ustası, Cengiz Usta



DÜNYA KADINLAR GÜNÜ KUTLU OLSUN!..



Datça'nın çok sevdiğim köylerinden birindeyiz. Köyün adını yazmama gerek var mı? Datça'yı bilenler resimde gördüklerinden hangi köy olduğunu zaten anımsayacaklar. Datça'yı bilmeyenler için köy adının ne önemi var. Burası köyün eski okulu. Çocuklar taşıma sistemiyle Cumalı İlköğretim okuluna gidiyor. kÖY OKULU boş kalmamalı, yine eğitimde kullanılmalı.
Köyün kadınları, gözlerini, kulaklarını açmışlar, dikkatle dinliyorlar, öğreniyorlar. Neyi öğrendiklerini, öğrendikleriyle neler yapacaklarını açıklayacağımız günlerde gelecek elbet...





Aynı köyde bir demirci. Eski günlerdeki gibi işine devam. Öylesine zevkle yapıyor ki işini. Yanan kömürün, örselenen demirin kokusu ve üstüne düşen çekicin sesi, insana geçmişi yaşatıyor.



hadi bakeem, sene golay gelsin, ustam!...




Cumartesi, Mart 08, 2008

ÇAĞLA



Daha on beş gün olmadı bembeyaz çiçekti ağaçlar. Birden yeşile bürünüp açık yeşil çağlalarını gösteriverdiler.
Kilosu on iki liradan piyasası açıldı. Biz, Palamutbükü'nde yakaladık çağla toplayanları. (Resimde görülen Aycan'la Berrak gibi.) Fakat bi'de duyduk ki dün fiyatlar birden altı liraya düşmüş bile.

Cuma, Mart 07, 2008

ESKİ FOTOĞRAFLAR

Fotoğraflar vardır, insanı alır geçmişe götürür; Fotoğraflar vardır, gözlere bir iki damla yaş, bazen dudaklara belli belirsiz bir gülümseme getirir. Bazılarına baktığınızda gençlik yıllarını özler hayıflanır insan...
Yukarıdaki fotoğrafın bana ettiği gibi...

Salı, Mart 04, 2008

DURGADIN'IN DOĞUM TARİHİ

Nihat Akkaraca

Köyün muhtarı mahkeme davetiyesini getirmişti Durgadın kadına. Zarfı verirken anlattı bağıra bağıra. Durkadını mahkemeye çağırıyorlardı şahit olarak.
Neyin şahitliğiymiş bu?” diye sorduğunda.anlattı muhtar:
“Hani şu Gocamuratlar’ın oğullarının meres davası varya, seni şahit yazdırmışla. Bi kez gidivireceksin gayri. Şahitlik deel mi alt tarafı.”
Ömründe hiç mahkemeye gitmemişti Durgadın kadın, yalnızca adını duyardı mahkemenin, hakimin,şahitliğin…
“Goca köyde bul bula beni mi bulmuşla şahit yazdıracak. Yalınız başına, yaşlı bi gadınım, yerimden kıpırdayamayıkdurun, naal gidecen ta bi günlük yola eşek üstünde.”
“İyi ya işte, yaşlı olduğundan seni göstermişle şahit, herşeyi bili deye,”
dedi muhtar.
“Oolum şindiye gadan hakim gömüş deelin, ne deyecen ben orda?”
Muhtarın, Gocamuratlarlar’ın büyük oğluyla arası iyiydi. Durgadın kadının onun lehine şahitlik yapmasını istiyordu.
Deyzeciim,” dedi. “Hakime yalan demede, bildiklerini deyivi yete. Hiç korkma!
Gocamuratlar’ın böyük oğlan seni Datça’ya götürecek, getirecek eşeğiyle.”


Mahkeme günü gelinceye kadar hakime diyeceklerini neredeyse ezberledi. Ezberinde hiç yalan yoktu. “Allah va yokarda, yalan deyemem, ne duydum, ne bildiysem onu derin, o gada!” diyerek kendini iyice alıştırmıştı mahkeme anına.
Hakimin karşısına çıktığında ezberlemediği bir soru geleceğini bilemezdi, çünkü ilk kez hakim görüyordu, Durgadın kadın.
Hakimin ilk sorusunu kolay atlattı da, ikinci soruda takıldı…
Hakim:
-Adın ve soyadın?
“Adım, Durgadın Dönmez oolum!”
“Doğum tarihin?”

"Ben doğumun tarihini falan bilmem oolum," dedi
Doğum tarihini şimdiye kadar ona kimse sormamıştı, yaşını sorarlardı sadece. Hakim soruyu onun anlayacağı şekilde sordu:
“Yaşını soruyorum teyze. Yaşın kaç?”
Yaşını aşağı yukarı biliyordu. Tam olarak bildiğinden emin değildi. Yalan söylemiş olurum diye korktu, bi müddet bekledi. Kafadan atmak istemiyordu. Anası sağken ona söyledikleri aklına geldi. En doğrusu buydu:
“Ben,” dedi, “ Tarihten falan anlamam hakim bey oolum. Anacığım sağken derdi hep; ben, ta Damarası köyünde Hacı Osmanlar’ın İmine var ya, ahretliğim olu, onnan aynı gün doğmuşum…” diyerek topu hakime attı.
-

Pazartesi, Mart 03, 2008

ADD DATÇA ŞUBESİ'NİN JESTİ

Şiltler verilir insanlar onurlandırılır, şiltler alınır insan onurlanır, gururlanır. Bu doğaldır...
Ama bazı şiltler vardır verilen insanı oldukça etkiler. resimde görülen şilt gibi...
Atatürkçü Düşünce Derneği Datça Şubesi Başkanı ve yöneticilerine bana bu onurlanma fırsatını verdiklerinden dolayı saygılarımı ve teşekkürlerimi sunarım. Bu şilt, çocuklarıma bırakacağım en onurlu mirastır...

Cumartesi, Mart 01, 2008

Palamutbükü, Gerence




Tepenin yamacında keçileri ve koyunları, arkasında denizi, belinde kargısı, elinde yün eğirdiği iği, hemen elli metre uzağında evi, gülen bir yüzü ve başındaki örtüsü… İşte Koreli Teyze…
Her palamutbükü’ne geçişimde yol üstünde ya kendisine ya da eşi Koreli’ye rastlarım. Başındakini göstererek: “Sende mi?” diye takıldım. Gülmekten kırıldı…
Hemen anlamıştı neyi kastettiğimi. Akşamları televizyon izliyor musun? diye sorunca ciddileşti, evet anlamına başını salladı ve: "U dediinden başka laf mı va o kutuda,” dedi.
Normal havalarda onu böyle sarmış sarmalamış görmüyordum. Denizden esen serin rüzgarı gösterdi. “Bazen de güneş,” dedi ve ekledi; Bu şekilde mektaba [okula] gidecek olsam beni de almazla mı acaba,?” diye o bana takıldı sonunda.
Sahip olduklarının farkındaydı; mutluluk yüzünden akıyordu...
iyi mi?..