Cumartesi, Ocak 05, 2008

1940'lı Yıllardan bir anı


Aşağıdaki paragrafta anlatılan şartlar altında ilkokulu, daha sonra Köy Enstitüsü'nü bitirip öğretmen olduktan sonra ilkokullara ders kitapları yazan, uzun yıllar ilköğretim müfettişliği yapan, daha sonra İzmir'de bir yayınevinin sahibi olan ve çocuk öyküleri yazıp yayımlayan C. Çete'nin anılarından.


Ben, ilkokulun dördüncü, kardeşim ikinci sınıfındaydık. Babam, ağaların ortağı idi. İşleyeceğimiz tarlalar köyümüze yaya olarak iki buçuk saat uzaklıktaydı. Ailecek tarlaların olduğu yere (İskandil) e göçettik. Bazen ortakların kendilerinin barındığı, bazen hayvanların barındığı damların birinde kendimiz oturuyor, diğerine hayvanlarımızı bağlıyorduk.
Biz okulumuzu aksatmıyorduk. Sabah olmadan ortalık ağarmaya başladığında yola çıkıyor, iki buçuk saat sonra okula varıyorduk.
Yalınayaktık. Sabahın ayazında, patika yoldaki taşlar ayaklarımıza çivi gibi batıyordu. Sanki çivili yolda yürüyorduk. Okul paydos olduğunda evin yolunu tutuyorduk. Bir süre Cumalı, Belen, yazı köylerinin çocukları ile, bir süre Yazı köyün çocukları ile koşa oynaya yürümek güzel oluyordu. Yazıköy kavşağından sonra iki kardeş baş başa kalıyorduk. Daha iki saat kadar yolumuz oluyordu. Eve vardığımızda karanlık oluyordu. Haftada altı gün(O zamanlar Cumartesi günleri de okul vardı.).
Okula ulaşmak için sabahları iki buçuk saat, akşam üzeri eve ulaşmak için iki buçuk saat yol yürüyorduk. Yalınayak, günde beş saat yol yürümekten iki kere ayağım Taşdüvelek oldu. Taşdüvelek olunca ayağının tabanında irin (Cerehat) toplanmaya başlar, irin iyice belirlemeğe başladığı ilk iki günde dayanılmaz acı çekerdim. Geceleri uyuyamazdım. O günler İskandil’deki eve gidemezdim.Okulun bulunduğu köyümüzde (Çeşmeköy) teyzemlerde kalırdım. İrin bir yere toplanıp iyice belirgenleştiğinde teyzem iğnenin ucuyla deler, irini çıkarırdı. Acılarım azalır, o günün akşamı en tatlı uykumu uyurdum.
Bir keresinde kardeşimle biraz geç kaldığımızı, Yazıköy kavşağına yaklaştığımızda, Yazıköy yolundan çocuk sesi gelmemesinden anladık. Öğretmenlerimiz neye geç kaldınız diyerek döver diye okula gitmemeye karar verdik. Kuyucak denen yerde kardeşimle kitaplarımızı okuduk, oynadık. Akşamüzeri okuldan dönüyoruz gibi evimize vardık.

Köy çocukları hep yalınayaktık. Suya, oduna, orağa, harmana, değirmene, kuzu, oğlak otlatmaya, sığır gütmeye yalınayak giderdik. Doğal olarak okula da yalınayak giderdik. Hem bizim sağlığımız açısından, hem de dersliği çamurlu ayaklarımızla çabucak batırdığımızdan, öğretmenler bize nalın giyme zorunluğu getirdiler Köyde nalın yapanlar çoktu. Babam da yapıyordu.
Zorunluluk karşısında birer çift nalın sahibi olduk. Nalınları elimizde taşıyor, okulun bahçe kapısına gelince giyiyorduk. Sanıyorum 11 yaşlarındaydım. Dayım kunduracıydı. O zamanlar hazır ayakkabılar satılmazdı. İstek üzerine kunduracılar ayaklarımızın ölçüsünü alır ince deriden yüzünü, kösele denen kalın deriden altını dikerdi.
Dayım, o yılın dini bayramlarının biri için bana bir çift ayakkabı dikti. Yaşamımda ayakkabı giyişim ilkti. Alışıncaya kadar çok zorluk çektim. Yürüyüşüm değişti. Aksak aksak, sallana sallana, topallaya topallaya yürüyordum.
O bayramda tek başıma bütün akrabalarımı dolaştım. Ayakkabılarımı gösterdim.

HAYITBÜKÜ