Çarşamba, Nisan 02, 2008

Aslı’nın bloğunda okudum. Evine gene hırsız girmiş. Aslı’ya buradan geçmiş olsun mesajlarımı yolluyorum. Bizim eve de girdi iki kez hırsız. İlk kez girdiğinde epey götürdü ama, ikinci kez bişey bulamadı. İlk kez girdiği yıllarda ben yaptığım işten para kazanıyordum. Elimde iyi kötü para bulunurdu. Şimdi yaptığım iş para getirmiyor, aksine götürüyor. Bugünlerde eve hırsız girmeye kalksa, girerken duyacağı yakalanma korkusuna değmez. İkinci kez girdiğinde zaten öyle olmuştu, eli boş çıkmıştı. Ne kadar üzülmüştüm hırsız adına o zaman.
Aslı’nın bloğunu okuyunca başımdan geçen bir olay geldi aklıma.

MUTLULUK(!)




O yıl turistten daha çok hırsız gelmişti Datça’ya. Her gece birkaç evin soyulduğunu duyardık. Daha çok yabancıların evinin soyulduğu söylenirdi. O yılların hırsızları daha zarif ve vicdan sahibiydi. Çünkü benim tanık olduğum birkaç hırsızlık olayında pasaportlara, kredi kartlarına, kimliklere hiçbir zarar verilmemişti. Mağdurlar ilk anda şoka giriyordu ama, biraz sonra boşaltılmış cüzdanlarını, pasaportlarını, kredi kartlarını bahçede bulunca, neredeyse hırsızı bulup teşekkür etmek istiyorlardı; evlerine davetsiz girdiği için değil, kartlarını, pasaportlarını geride bıraktığı için. Datça’da yazlık evleri olan Norveçli dostlarımızın bir kaç yıl önce başlarına gelen olay gibi:
Arkadaşım Amund, sabahın 04.30’unda telefon açtı Norveç’ten;
-Yardım eder misin, lütfen? Bizim eve hırsız girmiş, çocukların paralarını, kameralarını, pasaportlarını almış gitmiş. Para ve kamera önemli değil ama, pasaportlar çok önemli, çünkü, dört gün sonra pasaportsuz nasıl dönecekler Norveç’e? diye yakındı.
Hemen giyindim, Özbel’deki evlerine gittim. Sabahın beşinde çoluk çocukla iki aile ayaktaydı. Hepsinde korkudan bet beniz kalmamıştı ama, sezilecek kadar da bir mutluluk vermekteydi yüz hatları. Haydi Polise gidiyoruz, dediğimde anladım neden yüz hatlarında az da olsa mutluluk okunduğunu. İlk şoku atlattıktan sonra hırsızın girdiği pencereye bir de dışarıdan bakalım diye bahçeye çıkmışlar, pasaportlarını ve banka kartlarını orada bulmuşlar. Hırsız, alacağını alıp bahçeye çıktığında çantadan yalnızca paraları alıp, pasaport ve kartları düzgün bir şekilde gül ağacının dibine bırakmış.
“Polise gidersek paramız, kameramız bulunur mu?” diye sorduklarında “Kesin bişey diyemem.” dedim. O zaman gerek yok dediler. Çalınan para, Kron’u bizim paraya çevirdiğimizde o zamanın değerleriyle üç milyar lira kadardı. “Polis bizim elimize bir tutanak verecekse gidelim dediler. Gittik karakola. Fakat, tutanağı da her nedense alamadık. Hırsızı bulmadan veremeyiz dediler. Norveçliler buna hiç üzülmediler. Hırsızı görseler sanki alnından öpeceklerdi. Benim gönlümü almak için midir nedir; “Bizde böyle vicdan sahibi hırsız yoktur, Nihat.” gibi sözlerle anlatıyorlardı mutlulukarını. Norveç’e döndükten on beş gün sonra gönderdikleri mesajda . Çalınan eşyalarının bedelini ve paranın tutarını sigorta şirketinin ödediğini yazdılar. Hem de ellerinde olayı kanıtlayan hiçbir belge olmadan…


Aynı yıldı sanırım. Yani, megakent hırsızlarının da tatile çıktığı yıldı . Bir sabah erkenden uyanıp alt kata indiğimde merdivenin dibinde gördüm para cüzdanımı. İçi boşaltılmıştı. Bir milyar kadar para buharlaşmıştı. Bizim gibi emekli birine vurulan hatırı sayılır bir darbeydi. Allahtan hırsız efendi Kredi kartlarını masanın üstüne bırakmıştı. Mutfağa girince kızım Meltem’in el çantasını yere atılmış gördüm. İçinde bişeyler var mıydı acaba diye Meltem’i uyandırdım. Evet İstanbul’dan torunumla bir gün önce gelmişlerdi tatile ve çantadaki tatil harçlığı hırsızın cebindeydi artık. Akşam çantayı mutfak masasında bırakmıştı. Sonra gördük ki biz de mutfak penceresini açık bırakmışık. Hırsızlar sinek telini söküp girmişler. Biz üst katta uyurken onlar belki oturup kendilerine çay kahve bile yapmışlardır mutfakta.
Polise gitmeye pek niyetli değildim, ama bir hukukçu içgüdüsüyle Meltem mutlaka gitmek niyetindeydi. Hadi bakalım, bi gidelim deyip sabahın erken saatlerinde nöbetçi polislerin karşısına oturduk. Anlattık; bahçemize bakan mutfak penceresinden evimize hırsız girmişti. Paralarımızı alıp gitmişti, ama kartlarımızı bırakmıştı. Tutanak tutan polis o zaman söyledi: Kartları ve çantaları almazlarmış; yakalanırlarsa onlar delil sayılırmış. Doğru.
Bense, parasal bakımdan hatırı sayılır bir darbe almış olmama rağmen, pek mağdur olmuş görünmüyordum. Tanıdık polislere şaka yollu takılıyor, gülüyordum. Keyfim yerindeydi. Bir gün önce kızım ve torunum gelmişti İstanbul’dan. Onun mutluluğu içindeydim aslında. Bu tavrım, tutanak yazan polisin dikkatini çekmiş olacak ki, sordu:
-Nihat abi! Evine hırsız girmiş, paraların gitmiş, kızının paraları da gitmiş, ama bakıyorum sen halâ keyfinden bişey kaybetmemişsin…
-Keyfimden bişeyler kaybetsem faydası varmı ki, dedim ve devam ettim. Kaldi ki hergün olduğumdan daha mutlu olmam gerekir bugün.
-Nedenmiş o?
-Neden olacak? Bu olay bana sahip olduğum şeyleri hatırlattı. Bak! Anlatayım sana; evime hırsız bahçeye bakan pencereden girdi. Öyleyse benim bir evim var, hem de bahçe içinde. Üstelik bahçeye bakan penceresi de var, deyince polis arkadaş:
-Geç onu! Herkesin evinde pencere var, dedi.
-Yanılıyorsun! Herkesin yok. Mesela babamın yattığı yer penceresiz, çünkü mezarda, dedim Polis sustu, ben devam ettim: Hırsız efendi paramı çalmış. Demek ki param varmış. Kızımın parasını çalmış. Şu mutlulğa bak, dedim. Hem kızım var hem de çalınacak kadar parası… Bundan büyük mutluluk olur mu?
Polis yazmaya ara verip dikkatle yüzüme baktı, sanırım duyduklarını kafasından bi kez daha geçirdi ve arkadaşlarına seslendi:
-Arkadaşlar! Gelin bakın! Hiç böyle mağdur gördünüz mü şimdiye kadar? dedi ve tutanağı yazmaya devam etti.