Pazartesi, Ocak 29, 2007

BUGÜN DE AZİZ NESİN'den

BİTKİ OLACAKSAM


Bitki Olacaksam
Çayır çimen olayım
Aman baldıran değil

Yol altında kalacaksam
Gelin arabaları geçsin üstümden
Çelik paletler değil

Üstünde çocuklar koşussun
Ne kaçan ne kovalayan
Askerler değil

Kerpiç yapacaksanız beni
Okullarda kullanın
Cezaevlerinde değil

Soluğum tükenmez de kalırsa
Islık öttürsünler
Aman ha düdük değil

Kalem yapın beni kalem
Şiirler yazın bilgi üstüne
Ölüm kararı değil

Ölünce yaşamalıyım defne yapraklarında
Sakın ola ki
Silahlarda değil

AZİZ NESİN







Şu günlerde işlerimin çokluğundan kendi yazdıklarımı koyamıyorum. Pek yakında tekrar kendi yazılarımla geleceğim bu sayfalara.

Pazar, Ocak 28, 2007

Melih Cevdet Anday'dan bir anı(Simge Dergisi)

Yaz için bulunduğum köyde ve köyün çevresinde kalıntı zenginliği şaşırtıcı olarak nitelendirilebilir. Yüzyılların bilinçsizliğinden, değer bilmezliğinden sonra bunca eski yapıtın ayakta kalmış olmasını nasıl açıklamalı?
Fotoğraf sanatçısı Cem Akkan ile resim çekmek için yola çıkıyoruz. Arabanın sürücüsüne sorduk.
-Zeus Tapınağı nerede, biliyor musun?
Soruda gizli bir sınav niyeti vardı. Sürücü;
-Bilmiyorum, diyor. Nerde?
-Milas'a girmeden, Bafa Gölü kıyısında.
-Herif orda dükkan mı açmış?

Hadi, "Zeus"u "deyyus" sanmış olsun diyelim, "tapınak'ı nasıl dükkana çevirdi, içinden çıkamadım...

Cumartesi, Ocak 27, 2007

KÖÇEK METAFORU



Aşağıda okuyacağınız yazı, çok değerli arkadaşım Vefa Önal’ın geçen yıl yayımlamış olduğu “Şiir Sanatı” adlı kitabından alınmıştır. Vefa Önal’ın, bu yazısıyla bugünkü şiirimize bakışını çok anlamlı bir şekilde yansıttığını düşünerek bloğumun okuyucularıyla paylaşmak istedim.


Bir antişiirsellik: Köçek Metaforu

Folklorumuzun kurumsallaşmış bir metaforudur köçek. Katı ahlak anlayışının geçerli olduğu kırsal yörelerde hala uygulama alanı bulabilmektedir. Kadın kılığına girmiş erkek oyuncu olan köçek, bir kadın edasıyla zil takıp oynar, kıvırtır. Bu edasını allı güllü bol bir basma etek, abartılmış yapma göğüslerin gerdiği bir hırka, bıyıkları örten desenli bir tülbent tamamlar. Ama boylu boslu, geniş omuzlu, dar kalçalı, sert adaleli, köşeli erkek bedeni ne kadar gizlenmeye çalışılsa da gene kendini ele verir. İzleyenler bilir ki, bu kadın aslında bir erkektir. İşin berbat yanı da buradadır. Erkeği kadın yerine koyma, öyle görmeye çalışma çarpık bir metafordur, doğal ve şiirsel bağlamından koparılmış bir metafordur, antişiirseldir. Ayrıca burada, erkeği oğlancılığa özendiren bir tutuma girildiği de açıktır. Zaten cinselliği tabulaştırılmış, bir çıkış arayan delikanlı, karşısında dişil edayla köçeğin yarattığı metaforik imgeden fazlasıyla etkilenir. Kendi cinsine bakışının yedeğinde, köçekten esinlenen imge potensiyeli vardır artık.
Köçek, bir açıdan da kadın estetiğini, kadınsal erotik şiirselliği, erkek tınısıyla yaşama özlemini simgeler. Yani bir tek bedende, erkek kadınlaşırken, kadın da erkekleşerek birleştirilir, bir çeşit hermoafrodit yaratılır. Bu hermoafrodit denklemiyle kadının toplumdaki rolünü “ürem” ve “bakıcılık”la sınırlandırmaya çalışan, kadına olan cinsel bağımlılığını bir türlü içine sindiremeyen erkek paradigması iyice açığa çıkar. Aynı paradigma köçek metaforu aracılığıyla kısıtlı bir pratiksel alanda da olsa, kadının cinsel rolünü çalar.
Öte yandan köçekliği kurumsallaştıran şeyin, büyük ölçüde erkek tarafından şekillendirilmiş ahlak anlayışı olduğuna kuşku yoktur. Ahlakından pek ödün vermeye yanaşmayan erkek, kadının oyundaki özgün işlevinden de vazgeçemez. Bu iki arada bir derede kalma konumundan köçekle kurtulur. Kadının toplum içinde, salına salına oynamasına yasak getiren “ahlak” erkeğin kadın kılığına girip kadın gibi oynamasına ses çıkarmaz. Ancak, doğanın belirlediği rollerin, insan eliyle böyle ters yüz edilip tekrar dağıtılmasını doğa bağışlamaz. Ortaya çıkan estetik, kaba, çirkin, ne kadın ne erkek, antişiirsel bir köçek estetiğidir. Kadın bedeninin erkek bedenine “sentetik” bir şekilde transferiyle oluşan “transeksüel” bir estetiktir.
İnsanın aklına şu gelebilir, erkek üstünlüğünün her bağlamda adeta normatifleştiği bir toplumsal yapıda, nasıl oluyor da erkek, kadın kılığına girip, onun gibi davrabmaya rıza gösterebiliyor? Sanırım bunun yanıtı, kadına tanınacak oynama özgürlüğü, erkeği yücelten, kadını “günaha çağrı” olarak gören “ahlak” anlayışında önemli bir kırılma noktası oluşturacağından kaygılanmasıdır. Bu kaygıdan ötürü erkek, kendinin komik, hatta küçük düşmesini göze alarak köçekliği kabullenir.
Köçeklik için bir simülasyondur da diyebiliriz. Elbette her simülasyon gibi gerçeklik yanılsaması oluşturur. Köçek bu yanılsamanın simularkıdır. Olmayanı “olan” gibi gösterme hilesi simülasyon günümüzün elektronik, sanal ortamlarında doruğa çıkmış bu alandaki teknik beceri, inandırıcılık köçekliği kat kat aşmıştır. Bir bakıma çağımız “mükemmel köçeklik” çağıdır. Nerdeyse her şey, herkes köçekleşmiş durumda. Hiçbir şey göründüğü gibi, aslı gibi değil. Bu dediğim olgu, belki de en çok sanat alanında gözleniyor, kendini duyuruyor. Öyle ki, ne yana baksanız kendini sanatçı, yaptığı işi sanat diye tanımlayan birilerini görüyorsunuz. Nasıl, bir kadın gibi zarif davranmaya çalıştıkça, hareketleri kaba saba bir hal alan köçek, antişiirsel bir metaforsa, sanatçının da aynı şekilde kaba, düzeysiz metaforları doldurmuş ortalığı. Sahici olan ile olmayan ayırt edilemez hale gelmiş. Oysa biraz dikkatli bir yaklaşım bu işin sahicisi ile sahtesini ayırmaya yeter. Çünkü aradaki fark, bir “köçek” ile “kadın” arasındaki fark kadar belirgin.
Sanatçının özelde şairin böyle köçekleştirilmesi, sahicisinin yerini sahtesinin alması kasıtlı bir şey, düzenlenen bir şeydir. Sanatsal algısı, beğenisi kuvvetlendirilmiş bir toplum sıradan bir modele, gelişigüzel kalıplara sokulamayacağı gibi, ona birtakım çirkinliklerin “güzellik” diye yutturulması da zor olur. Bu zorluğun aşılmak istenmesinden dolayı sanatçı, bir köçek metaforuna dönüştürülürken, sanat da gerçeklikten kopartılır. Sanat adına bütün değerlerin içinde kar gibi eridiği kitle kültürünün yanılsamalı gerçekliği geçerli kılınır. Tıpkı bugün olduğu gibi bir simülasyon başlar. Bu simülasyonun amacı, gerçeklerin olanca eziciliğine rağmen, herkesi herşeyi ortalama bir kültüre çekmek, sınıfların statülerin arasındaki ayırımın pratik yansımalarını ve bu yansımaların yol açtığı tepkisel düşünceleri silmektir. İyi, kötü, güzel, çirkin kavramlarını tahrip ederek, kitle kültürün etkilenmesini sağlamaktır. Bunun anlamı, muhalif değer sistemlerinin, ideolijilerin yaratılan köçeksi kültürle hızının kesilmesi, kavramsal, imgesel söylemlerinin kitlelere “gerçeği” gösteremez duruma gelmesidir.
Belki köçeklere artık eskisi kadar sık rastlanmıyor. Belki de köçeklik artık tarihe karışıyofr. Ama bu metaforun özü, yukarıda da gösterdiğim gibi, başka bağlamlarda, başka kavramlar altında tüm hızıyla sürüyor. Toplum aslından uzak, gerçekçilikten uzak bir “köçek estetiğine” mahküm ediliyor. Ondan sonra da birileri iri göğüslerini kameralara göstere göstere, benim kasetim bir milyon sattı, ben sanatçıyım diyebiliyor; başka birileri de onu canı gönülden alkışlıyor. Başka birileri çıkıyor hiçbir geçmişi, çabası olmadan, beş dakikada yazdıklarını şiir, kendini şair ilan ediyor. Köçekleşen kültürde birileri, Fazıl Saylar’dan, Melih Cevdetler’den, Fazıl Hüsnüler’den ağır basıyor. Tabii bu ağır basış, antişiirsel bir estetikle gün ve gün tütsülenmiş bir toplumun kantarın topuzunu kaçırmasından kaynaklanıyor. Zaman, aslında neyin ağır basacağını yanılmaz bir şekilde tayin edecekse de, bugünü doğru dürüst yaşamaya çalışanların bundan sıkıntı duymamaları mümkün değildir. Ne yazık ki, bu sıkıntıyı duyacağız Nedeni açık, antişiirsel köçek estetiğinin egemen kılındığı, köçeklerin makbule geçtiği zamandayız..

Perşembe, Ocak 25, 2007

Bugün de Evliya Çelebi'den



Symi 1





Symi 2
Evliya Çelebi Datça Yarımadası'na (Tekir Burnu'na) geldiğini anlatıyor.
Evliya Çelebi Seyehatnamesi'nden:

SERÇECİK KALESİ' ne yanaştık. Menteşe toprağnda Rahiyye nahiyesinde, deniz kenarında dörtgen şeklinde bir kaledir. iki yüz gemi alır bir güzel limanı var. Liman içinde dağlardan gelen soğuk bir su akar, bu limanda sekiz mil güneye gittik. Kadırga Burnu denilen yere varınca yanında Rodos göründü. Uygun hava ile üç mil daha gidip Tekir Burnu'nda üç adet zağra şaykası uçarak gelir, onu gördük, arkaları sıra sekiz parça kafir gemileri gelmekte... Şaykalara yaklaşıp, bir yaylım top ateşi ettiler. Derhal şaykalardan birini yakaladılar. Diğer ikisi cenge başladı. İki kalyon bizim fırkate üzerine geldi. Bizde hemen bir anda Sömbeki limanına girdik.
SÖMBEKİ KALESİ: Cengi seyrettik. Bizi kovalayan iki kalyon da diğer altı kalyona imdada gittiler. İki şaykada Mısır askeri varmış. İki şayka yedi kalyonla cenk ederken bize yaklaştılar, temaşa ettik. İki kalyon, büyük şaykanın iki tarafına yanaşıp içine asker döktüler. Kılıç şakırtısı, barut dumanı her tarafı sardı. Bir ara gördik ki, şaykadan kafirler denize atlamaktalar. Hemen bizim gaziler denizdeki kafirleri toplayıp şaykaya çıktılar. İki kafir kalyonlarının içine gaziler girdi. Biz de atları fırkatemizden çıkarıp avanta direk üzerlerine imdada vardık. Büyük şaykaya yetişip içine girdik. Gördük ki her taraf kan içinde... Gaziler küffar kalyonlarından yedi sandık kuruş, yüzlerce silah 26 mahbup frenk oğlanı, 75 esir şaykaya taşımışlar. Küçük kalyonun kapudanı yaralı olarak ve 30 frenk mahbupu ile şayka doldurup, bizim şaykayı, bizim fırkate yedeğe aldık. Öbür küçük şaykada, küçük kafir kalyonundan bol ganimet aktarıp, 150 frenk esir alıp, direksiz yelkensiz, ardımızdan yetişip geldi. Küffarın gemisi bizi toplaya toplaya(topa tutarak) Allaha şükür Sömbeki limanına girdik. Secdeye kapanıp, bir ağızdan gülbank çektik. Birbirimizle öpüşüp görüştük. Siz bize hızır gibi yetişdiniz diye şenlik etti. İki şaykanın yetmiş şehitleri namazını kıldık. Düşman gemileri kaçtılar. Bu sırada kafir kalyonlarının birinden bir ateş fışkırdı.
Yedeğimizde olan şaykalardan bir yiğit kafir kalyonuna ganimete girip, biz oradan ayrılınca anbarla kalmış olan kafir gemisine ateş vermiş. Diğer altı kalyon Sömbeki Adasına yakın gelerek beyaz bayrak çekip bir sandal indirdiler. Bu gelenler: "Bizim Riyale Kaptanımızı bize verin. On bin kuruş verelim. Büyük Kaptanımız ateşe yandı. İki oğlunu verin. kralımızın akrabasıdır. On bin kuruş daha verelim." dediler. Derhal reddettik. Bir yaylım top ateşi eip cehenneme gittiler. Ertesi sabah Gaza malları gaziler arasında kardeş gibi taksim olundu. Bizim fırkatemizde olan yetmiş bahadırımıza, 25 yolcu ve hakire beş gulam ve arkadaşlarımıza yüzer sulye riyal kuruş verdiler. Ama hakire, el altından elli altın, iki saat, bir altın kadeh verdiler.

SÖMBEKİ ADASI: 928 tarihinde Süleyman Han fethidir. Etrafı 25 mildir.
Evvelce üç kale imiş. Şimdi, deniz kıyısından uzak Malta y apısı bir kaledir. Ama içinde dizdarı, neferleri vardır. Kefereleri gayet bahadardır. Siyah manilefke şapka giyerler. Gayet güzel yüzüp, yüz kulaçtan sünger çıkarırlar. Batık gemilerden, eli ile koymuş gibi eşya çıkarırlar. Aralarında, yüz kulaç dalamayan keferelere kız vermezler. Ağızlarına zeytinyağı alıp denize dalarlar. Ağızlarındaki yağı bırakıp, deniz üstünde habbeler husule gelip, deniz dibinde bir iğne olsa parlak bir şekilde görünür. Bütün kefereler süleyman Han reayasıdır. Bütün kefereler fırkatecidir. Gemilerine asla korsan gemisi yetişememiştir. Frenkler bunları yakalayınca kebap ederler. Çünkü bunlar, frenk gemilerinin altına girip burgu ile gemiyi delerek batırırlar. kadınları beyaz tülbent katibi sargı sararalar. Bu adada bağ ve bahçe yoktur. Suları sarnıçtır.
Bu adayı seyredip on parça fırkate hazır oldu. On fırkate de Rodostan geldi. İki şayka yedeğe alınıp, uygun rüzgarda biz dahi avanta kürek deyip Rodos limanına vardık.

Çarşamba, Ocak 24, 2007

BUGÜN UĞUR MUMCU'YU ANDIK

Bugün Cumhuriyet Meydanı'nda Atatürk heykeli önünde toplanarak Uğur Mumcu'yu andık. Konuşmalar ve attığımız sloganlarla, yüreklerimizdeki sıkıntıları Atatürk'le de paylaşmış olduk.

Pazartesi, Ocak 22, 2007

ESKİDEN

Anamdan dinlediklerimden biri.

Dedem, (Anamın babası) 1881 de Datça’da doğmuş. İlkokuldan sonra Rodos’a bir Medreseye eğitim için gönderilmiş. (O yıllarda aynı medresede eğitim almış 20 Datçalı var.) Hem hoca hem öğretmen olarak eğitilmişler. Bu adamların dinlere ne kadar geniş açıdan baktığını burada anlatmam uzun sürer. Zaten anamın ağzından anlatacaklarım onun/onların hakkında bir fikir verecek sizlere…
Anamın anlattıkları:
“Bubam medreseyi bitirince Datça’ya dönmüş. Döner dönmez evlendirmişler onu. Eski Datça’nın ağası Gaba Osman’ın kızıyla. Evlendiğinden üç ay sonra Rodos’a çağırmışlar. Orada o zaman “Kanduri Camisi” diye anılan, sonradan adı Süleymaniye Camisi’ne çevrilen bir camide imamlık vermişler. Doğal olarak, yanında Annemi de götürmüş. 1902 de ben orada dünyaya gelmişim. Ailenin ilk çocuğu olduğumdan beni epey şımartmış olacaklar ki; iki yıl sonra Datça’ya döndüklerinde Anneannem bubama şunu demek zorunda kalmış: “Oğlum böyle bi çocuğu taa Rodos gibi yerden buraya kadar neden taşıdın? Tekneyle gelirken denize atıveseydin ya!...”
Benim yaramazlığım onu o kadar bunaltmış ki, bu cümleyi herhalde mecazi anlamda kullanmış olacak. Yoksa beni çok sevdiğini bilirdim.
Datça’ya döndükten sonra, bubam Karaköy camisinde imam, ilkokulunda da öğretmen olarak çalışmaya başladı. Yedi yaşımdayken anneciğimi kaybettim. Öksüz kalmıştım. Ben 8-10 yaşlarına geldiğimde Eski Datça’da yaşayan Rum kızlarıyla da arkadaşlık ediyordum.. En çok beraber olduğumuz kızlar ise Papasoğlu adıyla anılan Papasaki’nin üç kızıydı. Pazar günleri dışında hergün beraber oynadığımız üç kız, pazar günleri giyinir kuşanırlar, sanki bana nispet edercesine Eski Datça’nın üç kilometre uzağındaki kiliseye giderler. Tabii babaları ve anneleriyle. Akşama kadar da gelmezlerdi Bu arkadaşlarım bana, ayinden sonra orada piknik yaptıklarını anlatırlardı.. Bu yüzden Pazar günlerini sevmez olmuştum. Çünkü o gün en sevdiğim arkadaşlarımdan mahrum kalıyordum.
Bir cumrtesi akşamı çocuk aklımca bir plan yaptım. Sabah erkenden kalktım., toprağı suyla karıştırıp bir güzel kırmızı çamur yaptım. Papaz ve kızları bizim bahçenin kenarındaki yoldan geçerlerdi. Duvarın arkasına saklandım. Tam kızlar geçerken çamuru avuç avuç alıp kızların o güzel elbiselerine attım. Bir çığrışmadır gitti. Babaları hemen bizim eve yönelip bubama şikayete başladı. Ben kaçmıştım ama öğleyin eve gelince iyi bir ceza aldım bubamdan. İki gün evden çıkmama cezası. Bubam caminin imamı; papazoğlu kilisenin rahibiydi. Aralarından su sızmazdı.
Ertesi Pazar aynı planı tekrar uyguladım. Hapis cezam dört güne çıktı. Bubam bana 'Sen ne fermansız çocuksun' diye bağırıyordu. Üçüncü kere yaptığımda bubam bambaşka bir tedbirle geldi Papazoğlu’nun karşısına.:
'Papaz Efendi, kusura bakma. Ben bununla başa çıkamayacağım. Anasını kaybettik. Öksüz olduğundan daha fazla ceza veremiyorum.Bu benim kız senin kızları çok seviyor ve de kıskanıyor. En iyisi her Pazar kiliseye giderken sen bunu da al senin kızlarla o da gelsin,' dedi. İşte benim beklediğim de buydu. O günden sonra ben her Pazar günü Rum arkadaşlarımla kiliseye gider en arkadaki koltuklardan birine oturur ayini seyrederdim. Ayinden sonra da piknik yapardık…”.
O yıllarda 300 nüfuslu bir köyde Hristiyan papazla Müslüman hoca yan yana, dayanışma içinde... Bugün bile hala cami ve kiliseleri yan yana durmaktalar, Hızırşah yolunda...


Anam kiliseye gittiği için Hristiyan olmadı. 85 yaşındayken bile mevlüt okuyacak kadar dinine bağlıydı.
Bir de bugünlere bakın…

Hrant Dink İçin


Hrant Dink'in hunharca öldürülmesini protesto etmek için yarın, 23 Ocak 2007 Salı günü, saat 15.00 de, Ambarcı Cadeesi girişinde toplanıp Cümhuriyet Meydanı'na yürüyeceğiz. Datça'da yaşayan herkese duyurulur.
Artık "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" aymazlığından uyanıp, kendimize gelelim. Yoksa bugün onun, yarın başkasının, öbür gün kendi başımıza gelebilir bu menfur olaylar.

Pazar, Ocak 14, 2007

BİR GAZETE KÜPÜRÜNDEN

(Bir gazete küpüründen alındı.)

Bir gün insan "virgülü" kaybetti.
O zaman zor cümlelerden korkar oldu. Ve basit ifadeler kullanmaya başladı.
Cümleleri basitleşince düşünceleri de basitleşti.
Bir başka gün “ünlem işareti”ni kaybetti. Alçak bir sesle ve tonlamayı değiştirmeden konuşmaya başladı.
Artık ne bir şeye kızıyor, ne bir şeye seviniyordu.

Bir süre sonra “soru işareti”ni kaybetti ve soru sormaz oldu.
Hiçbir şey, ama hiçbirşey ilgilendirmiyordu onu.. Ne kainat, ne dünya umurundaydı, ne de kendisi.
Birkaç yıl sonra “iki nokta üstüste” işaretini kaybetti.
Ve davranış sebebini başkalarına açıklamaktan vazgeçti.
Ömrünün sonuna doğru elinde yalnız “tırnak işareti” kalmıştı.
Kendisine has tek düşüncesi yoktu.
Son “nokta’ya geldiğinde düşünmeyi ve konuşmayı unutmuştu artık…


KANEVSKİ

Cuma, Ocak 12, 2007

Yağmur Ne Zaman Yağacak?

Bu akşam kanalizos... pardon! kanallardan birinde haberleri izliyorum: "Kaçak yapıyı yıkmaya giden polisin üzerine taş yağdı." diyor spiker. Bir başka kanalda: "İsrail askerinin üstüne taş yağdı." haberini "Filistinlilerin üstüne kurşun ve bomba yağdı." haberi takip ediyor
Iraklı'nın üstüne de kurşun yağıyor...
Peki yağmur ne zaman yağacak. Adana'da yapılan dua, taş ve kurşun duası mı?... Yağmur duası değil mi?..

Salı, Ocak 09, 2007

BUSH'UN NE KADAR TOPRAĞI OLACAK

Başkan Bush’un Toprağı Daha Büyük mü Olacak
Bir Şiirin Anlattıkları.

KARDEŞİM BİR PİLOTTU

Bertolt Brecht 1898-1956




Bir pilottu kardeşim.
Güzel bir günde emri geldi.
Hazır etti çantasını,
Güneye doğru koyuldu yola.

Bir fatihti kardeşim.
Yerimiz yoktu yaşamaya.
Topraklar ele geçirmekti
Öteden beri hayalimiz.

Kardeşimin fethettiği yer şimdi
Guadarrama dağlarında.
Boyu tam bir seksen,
Derinliği bir elli.