Çarşamba, Temmuz 16, 2008

Alâkasız Benzetme

Denizin kenarındaki masaya oturmuşlar ama, denizin farkında değillerdi. Yoksa denize sırtları dönük oturmazlardı.. Hergün deniz kıyısındaki çay bahçelerinde oturduklarından çaylarını yudumlarken denize doğru bakmanın bi önemi yoktu. İkisi Datça’nın yerlisi, biri de yıllardır Datça’da yaşadığından yerlisi gibiydi artık. Günaydın diye seslenişime, buyur otur, diye cevap verdiler. Fazla zamanım yoktu, ama kısa zaman için de olsa oturmak istedim.
Datçalı M. Ali Dükali anlatıyor, Sami Acar dinliyordu. Benim ise gözüm önümdeki gazetede, kulağım Dükali’nin anlattıklarındaydı. Biz Datçalılar’ın çoğunun bir kulağı ağır işitir veya hiç işitmez. Bunu araştıran bazı tıp adamları Datça’da çok esen poyraz rüzgarını sebep olarak göstermişler. Olabilir...
M. Ali Dükali’nin anlattıklarına ara ara kulak kabartınca şu kadarını anladım:
İstanbul’da oturan birinin başına gelenler kul başına gelmemiliymiş. Biri altı yaşında diğeri dört yaşında iki çocuğu olan bu adamın bi de çok iyi yürekli(!), uzun süre istanbulda yaşadığından Türkçe’yi neredeyse bizim gibi konuşan Bengladeşli bi de komşusu varmış. Fakat ne yazık ki evleneli epey zaman olmasına karşın bu Bengladeşli'nin çocukları olmuyormuş.
Çocuğu olmayan Bengladeşli bi gün biri altı yaşında kız, diğeri dört yaşında oğlan çocukları olan bu aileyi ziyaret ederek önemli bişey konuşacağını söylemiş. Bizimkiler Bengladeşli’yi can kulağıyla dinleyip isteğini memnuniyetle kabul etmişler.
İsteği şuymuş:
Adamın iki gün önce gördüğü rüyasında ak sakallı bi ermiş karşısına çıkıp konuşmuş:
“Benim dediklerimi yapmadığın müddetçe çocuk sahibi olamayacaksın.”demiş. Daha önceleri de birkaç kez rüyasında karşısına çıkıp aynı şeyleri söylemişmiş o ermiş.
Ermişin Bengladeşli’ye söyledikleri:
“Çocuğum olmuyor diye bekleyeceğine, komşunun altı yaşındaki kızı Elif’i yanına al, bir umre ziyareti yap. Ondan sonra bak gör Allah sana kaç tane çocuk verecek.. Hem komşunun kızı da çocuk yaşında yarı hacı olmuş olacak, Kâbe’yi görmüş olacak…”.
Altı yaşındaki Elif’in babasının aklı bu işe yatmış. Olur deyivermiş. Nasıl olsa kızının gideceği yerde hiç bi kötülük yokmuş. Ne disko ne de plaj. Sadece ahlâklı insanların kol gezdiği bir yer… diye düşünmüş baba.
Zamanı gelince Elif’i katmışlar çocuğu olmayan, iyi kalpli, iyilik sever, Bengladeşli ailenin yanına. Havaalanından uğurlamışlar. Uğurlayış o uğurlayış; ne iyi kalpli Bengladeşli komşuları ne de Elif’leri geri gelmiş bir daha. Olay bu…
M.Ali Dükali anlatısını bitirdiğinde derin bi sessizlik oldu. Ardından Sami Acar konuştu:
“Kızı umreye götüren bankacıyı neden bulamamışlar? Türkiye’deki bankaların hepsine sorsalardı ya!” dediğinde, yarım saattir bunları anlatan M. Ali Dükali’nin yüz ifadesini görmeliydiniz. “Bengladeş’i Banka anlayan adama ben bu olayı bi kez daha anlatmam.” dedi.
Bana döndü:
“Nihatçıım! Sen de gazeteye bakıyordun ama, anlattıklarımı anladın mı?” dediğinde, başımla evet anlamına onayladım.
M.Ali Dükali:
“Eyi, hiç olmazsa bi kişi dinlemiş ve anlamış, boşa konuşmamışım.” dedi.
Anlatılanları pür dikkat dinlemiş olan Sami’nin Bengladeş’i bankayla nasıl özdeşleştirdiğini de ben anlayamadım…