Perşembe, Ocak 31, 2008

KONUMUZ TÜRBAN İSE

Türban üzerine Evren(Can Yücel'in diliyle, Kâinat Paşa) da konuştu.

Datça Ekspres Gazetesinin köşe yazarlarından Yalçın Uysal'in köşesinden alıntı.
(Not: okumak için küpürün üstünü tıklayın.)



Çarşamba, Ocak 30, 2008

Aziz Nesin'in "ZÜBÜKLÜĞÜN SONU YOK" adlı öyküsünü
buradan okuyabilirsiniz.

"Bir Kitabın Öyküsü" nü de şuradan okuyabilirsiniz

ZÜBÜKLÜK

Aziz Nesin'in "Zübüklüğün Sonu Yok" adlı öykü kitabından bir alıntı:


Şimdi çok iyi anladım ki, Zübük birtane değil, biz hepimiz birer zübüğüz.

Bizim hepimizin içinde zübüklük olmasa, bizler de birer zübük olmasak, aramızdan böyle zübükler büyüyemezdi. Hepimizde birer parça olan zübüklük birleşip işte başımıza böyle zübükler çıkıyor. Oysa zübüklük bizde, bizim içimizde. Onları biz, kendi zübüklüğümüzden yaratıyoruz. Sonra, kendi zübüklüklerimizin bir tek Zübük'te birleştiğini görünce ona kızıyoruz.

Bu zübükler her yerde var, biz zübükler nerde varsak, onlar da var...

Zübük romanından.

Pazar, Ocak 27, 2008

PAYAM KIRAN KADINLAR


Hızırşah Köyü'nde payam kıran kadınlar... Çekiç tıkırtıları arasında dedikodu da yapılıyor, maniler de söyleniyor. Yıllardır kadınların yaptığı bu iş, son yıllarda yavaş yavaş kayboluyor; yerini makinelere bırakıyor.

Biz farkına varmadan sıcacık insan ilişkileri arasına buz gibi makinalar giriyor; ilişkiler kopuyor, insanın insana olan sevgisinin yerini kavgalar, terör ve savaşlar alıyor...

Perşembe, Ocak 24, 2008

SAKIZ SARDUNYASI

Mesudiye'deki köy evimizin pencerelerinden birindeki sardunya. O, ılıman iklimi çok seviyor. Fazla su verilmemeli, erken, yani yılbaşından önce dikilmeli.Toprağına mutlaka dağ gübresi karıştırılmalı. Yarı gölge, yarı güneş alan yerde tutulmalı.Bir de sevgiyle yaklaşılmalı kendisine ki, o da size sevgiyle baksın.

ÇEŞME


Datca Yarımadası'ndaki çeşmelerin hepsi diyemem ama, büyük bir çoğunluğunu fotoğrafladım. Tarihlerini, özelliklerini araştırmada sanırım yaya kaldım. Sağlıklı bir bilgiye ulaşmak çok zor. Araştırmada çok geç kalmışız. Buna karşın araştırmak, resimlemek, öğrenmek çok zevkli. Bu onlarca çeşmenin içinde beni çok etkileyenler var.
Yukarıdaki resimde gördüğümüz çeşme, Belenköy'ün karşısında, Knidos tarafında, "Gocamuhar" denilen yamaçtaki Gocamuhar Çeşmesi. Eskiden "Pınar" sözcüğü yerine kullanılırmış, "Muhar" sözcüğü.
Bu çeşmeden akan suyu hiç tereddüt etmeden içebilirsiniz. Suyun geldiği tepede yapılaşma yok, tarım yok, buyüzden ilaçlama falan da yok. Su açıkta gelmiyor, hep yer altında. Yaz aylarında bile buz gibi su akıyor bu çeşmeden.
Çeşme Rum yapısı. Kolayca yıkılamadığından henüz ayakta duruyor. Kaç yıl daha dayanabilir bu talana karşı bilemem... Bir gün bakacağız, elimizde sadece bu fotoğraflar kalmış...

Çarşamba, Ocak 23, 2008

HAYITBÜKÜ

Karayla içiçe girip, bu kadar sıcak dostluk kurmuş başka bir koy görmedim. İkisi birbirini öylesine kucaklamışlar ki...

Pazar, Ocak 13, 2008

"PAYAM"



Müzmin bir nezlenin (Eskiden biz, sondaki "a"yı uzatarak, iki a imiş gibi “dumaa” derdik) verdiği uyuşuklukla bugün ancak payam üzerine bi’şeyler yazabileceğim. Böyle bir yazı yazmak çoktandır aklımdaydı da hep erteliyordum. Bu yıl Datça’da payamların çiçek açması geç kaldı. Bugünlerde tek tük açmaya başlamaları gerekirdi. Şimdi bazı okuyucular “payam” sözcüğüne takılacaklardır. Bi’çok Datçalı da dahil.. Çünkü ta 1960’lı yıllardan beri onlar da Payama badem demeye başladılar.. Yarımadamızdaki nerdeyse beşyüz yıllık payam, turizmin etkisiyle adını değiştiriverdi. Yerliler, beyaz adamların dilini kullanmaya o kadar meraklılardı ki… Ama, beni şaşırtamazlar. Seyitali Dede’min bubası payam demiş, Seyitali dedem payam dedi, bubam payam dedi, anam da, onun bubası ve dedeleri de payam dedi. Ben neden badem diyecekmişim ki? Hele alttaki yazıyı okuduktan sonra…
Yazı, Ahmet Uhri adında bir yazar tarafından kaleme alınmış. Ahmet Uhri’nin kaynağı nedir, bilmesem bile, yedi ceddimin kullandığı sözcüğü neden değiştirecek mişim? Onların bilgisi kaynak sayılmaz mı?
Bütün bunların ışığında Sayın Ahmet Uhri’nin yazısını da ekliyorum:
*********************************
Bademin Mitolojik Öyküsü (Bakın buradaki badem sözcüklerini ben kullanmıyorum)

Badem ağacı, mitolojide Trakya Kralı’nın kızı Phyllis’in bu ağaca dönüşmesiyle anılır. Troia Savaşı’ndan dönen Theseus’un oğlu Demophon, Trakya sahillerine sığınır ve burada Trakya Kralı’nın kızı ile birbirlerine aşık olurlar. Ancak ülkesine dönmesi gereken Demophon hemen geri döneceği sözünü vererek Phyllis’ten ayrılır. Ancak, aradan aylar geçmesine karşın Demophon geri dönmeyince kederinden kendini asan Phyllis’i tanrılar kuru bir badem ağacına dönüştürürler.. Çok uzun zaman sonra Demophon geri döndüğünde olanları öğrenir ve yanına giderek kuru ağaca sarılır. Ağaç bir anda yapraklar ve çiçeklerle donanır. Amygdalus Communis, Payam, Boçça, Piyam, Payem, Şabah gibi adlarla anılır. Sırpça ve Bulgarca’ ya da badem olarak geçen bu ağacın adının aslı Farsça “Badam” dır. Anadolu Türkçesi’nde sıkça görülen d-y dönüşümü sonucu badam ya da badem; Bayam ya da bayem buradan da payam sözcüğüne dönüşmüştür.. Karaburun yöresinde de payam adı kullanılmakta. Denizli’nin Acıpayam ilçesi de adını buradan almakta ve Acıbadem anlamına gelmekte.
Ahmet Uhri
*****************************
Datça için şu sıralar başlıca gelir kaynağı olan bu ürün üzerine yapılan bir araştırma sürecinde üreticiye sorulan sorularda alınan yanıtlar çok ilginçti.
Soru:
-Kaç çeşit payam tanıyorsun?
Cevap:
-Onu bilmeyecek ne va! beş çeşit!... Arkadan sayıyor: En iyisi nurlu, sonra akpayam, daha sonra gababağ, sonra da sırapayam gelir. Ha, bir de dişpayamı va.
Soruyu böyle cevaplandıran üreticinin tarlasına girince, gördüğümüz ilk payam ağacını gösteriyoruz;
Bu payamın türü nedir?:
-Ha! O mu? O, Omar payamı.
-Peki onu neden nurlu cinse aşı yapmıyorsun. Nurlunun fiyatı sıra payamın iki katı, değil mi?
-Aşı mı? Yok abi, o bizim can damarımız. En erken çağlayı o verir. Çağlanın kilosu on lirayken pazarlayabilirsin. Erkencidir. En az yirmi gün daha erken olur çağlası.
-Peki, şu ağaca bakar mısın, Bu ne türdür?
-O İsmet payamı.
-Neden iyi türe değiştirmiyorsun?
-Olur mu? O benim gelir garantim. Her yıl salkım salkım mahsul verir. Hiç biri mahsul tutmasa bu tür ağaç mutlaka iyi kötü mahsul verir. Bakın, diğer ağaçlar boş neredeyse, ama bu ağaç mahsul yüklü...
-Şu ne cinstir?
-Şu mu? Bu nakışlı payamdır. Dış kabuğu soyulduktan sonra kurutulur, kabuklu olarak evde saklanır. Evin ihtiyacı için sandıkta muhafaza edildiğinden, "sandık payamı" da denir. Dış kabuğu nakışla işlenmiş gibidir. Yani süslüdür. Eşe dosta hediye verilir. Çok eskiden şarlatan hocanın birisi, bu payamın üstündeki çizgileri Kuran yazısına benzetip, bu bademden kadınlara muskalar yaparmış.
-Şu da diş payamı. Elle bile kırılır. Evlerde çerez gibi tüketilir.
Bu gibi sorular ve cevaplar uzayıp gidiyor. Araştırma sonucu kaç çeşit payam çıkıyor karşımıza biliyor musunuz? Ellinin üstünde. Her cinsten alınan örnekler bir üniversiteye gönderildi. Genetik sonuçlar alınınca cins sayısı düşer ama gene de kırk sayısından daha az olmayacaktır, Datca’daki payam türleri.
Ha, bir de Şeytan Payamı var. Dağlarda kür olarak insan boyunda büyür. Küçük küçük payamı olur. Çağlayken yenir ama, sonraları çok acı olur. Datça'dan başka yerlerde olduğu bilinmiyor. Bugünkü payamların atasıymış. Bu payamı acı payamla karıştırmayalım. Acı payamın ağacı da kendisi de normal payam büyüklüğündedir.

Payamın öyküsü burada bitmez. Ama, hepsini anlatmak istersek, yerimiz yetmez…

Cumartesi, Ocak 05, 2008

1940'lı Yıllardan bir anı


Aşağıdaki paragrafta anlatılan şartlar altında ilkokulu, daha sonra Köy Enstitüsü'nü bitirip öğretmen olduktan sonra ilkokullara ders kitapları yazan, uzun yıllar ilköğretim müfettişliği yapan, daha sonra İzmir'de bir yayınevinin sahibi olan ve çocuk öyküleri yazıp yayımlayan C. Çete'nin anılarından.


Ben, ilkokulun dördüncü, kardeşim ikinci sınıfındaydık. Babam, ağaların ortağı idi. İşleyeceğimiz tarlalar köyümüze yaya olarak iki buçuk saat uzaklıktaydı. Ailecek tarlaların olduğu yere (İskandil) e göçettik. Bazen ortakların kendilerinin barındığı, bazen hayvanların barındığı damların birinde kendimiz oturuyor, diğerine hayvanlarımızı bağlıyorduk.
Biz okulumuzu aksatmıyorduk. Sabah olmadan ortalık ağarmaya başladığında yola çıkıyor, iki buçuk saat sonra okula varıyorduk.
Yalınayaktık. Sabahın ayazında, patika yoldaki taşlar ayaklarımıza çivi gibi batıyordu. Sanki çivili yolda yürüyorduk. Okul paydos olduğunda evin yolunu tutuyorduk. Bir süre Cumalı, Belen, yazı köylerinin çocukları ile, bir süre Yazı köyün çocukları ile koşa oynaya yürümek güzel oluyordu. Yazıköy kavşağından sonra iki kardeş baş başa kalıyorduk. Daha iki saat kadar yolumuz oluyordu. Eve vardığımızda karanlık oluyordu. Haftada altı gün(O zamanlar Cumartesi günleri de okul vardı.).
Okula ulaşmak için sabahları iki buçuk saat, akşam üzeri eve ulaşmak için iki buçuk saat yol yürüyorduk. Yalınayak, günde beş saat yol yürümekten iki kere ayağım Taşdüvelek oldu. Taşdüvelek olunca ayağının tabanında irin (Cerehat) toplanmaya başlar, irin iyice belirlemeğe başladığı ilk iki günde dayanılmaz acı çekerdim. Geceleri uyuyamazdım. O günler İskandil’deki eve gidemezdim.Okulun bulunduğu köyümüzde (Çeşmeköy) teyzemlerde kalırdım. İrin bir yere toplanıp iyice belirgenleştiğinde teyzem iğnenin ucuyla deler, irini çıkarırdı. Acılarım azalır, o günün akşamı en tatlı uykumu uyurdum.
Bir keresinde kardeşimle biraz geç kaldığımızı, Yazıköy kavşağına yaklaştığımızda, Yazıköy yolundan çocuk sesi gelmemesinden anladık. Öğretmenlerimiz neye geç kaldınız diyerek döver diye okula gitmemeye karar verdik. Kuyucak denen yerde kardeşimle kitaplarımızı okuduk, oynadık. Akşamüzeri okuldan dönüyoruz gibi evimize vardık.

Köy çocukları hep yalınayaktık. Suya, oduna, orağa, harmana, değirmene, kuzu, oğlak otlatmaya, sığır gütmeye yalınayak giderdik. Doğal olarak okula da yalınayak giderdik. Hem bizim sağlığımız açısından, hem de dersliği çamurlu ayaklarımızla çabucak batırdığımızdan, öğretmenler bize nalın giyme zorunluğu getirdiler Köyde nalın yapanlar çoktu. Babam da yapıyordu.
Zorunluluk karşısında birer çift nalın sahibi olduk. Nalınları elimizde taşıyor, okulun bahçe kapısına gelince giyiyorduk. Sanıyorum 11 yaşlarındaydım. Dayım kunduracıydı. O zamanlar hazır ayakkabılar satılmazdı. İstek üzerine kunduracılar ayaklarımızın ölçüsünü alır ince deriden yüzünü, kösele denen kalın deriden altını dikerdi.
Dayım, o yılın dini bayramlarının biri için bana bir çift ayakkabı dikti. Yaşamımda ayakkabı giyişim ilkti. Alışıncaya kadar çok zorluk çektim. Yürüyüşüm değişti. Aksak aksak, sallana sallana, topallaya topallaya yürüyordum.
O bayramda tek başıma bütün akrabalarımı dolaştım. Ayakkabılarımı gösterdim.

HAYITBÜKÜ


Çarşamba, Ocak 02, 2008

EN İYİ SERGİLEME VE KORUMA ŞEKLİ

Eski eserleri bundan daha mükemmel koruma altına alır, sergileyebilir misiniz? Bu müze 24 saat herkese açık.. Özenilerek yontulmuş bir eseri başının üstünde taşıyan bu pencere, Datça'ya henüz camın girmediği, veya yalnızca bir kaç zengin evine girdiği yıllardan kalma. Sözün kısası, pencere de eski bir eser...
(Resmin üstüne tıklayın.)