Cumartesi, Mart 11, 2006

ÖZENTİ

ÖZENTİ
Nihat Akkaraca

Askerliği sayesinde iki sene Aydın’da kalmış, şehirli gibi görünmeye çok meraklı olduğundan, artık taşralı gibi yürümemeye, taşralı gibi bakmamaya veya Datçalı gibi konuşmamaya gayret ediyordu. Giyiminde olsun yürüyüşünde olsun bayağı tutturmuştu işi. Hatta terhis gününün yaklaşması bile onu sevindirmemişti. Çünkü terhis olmasıyla taşralılık başlıyacaktı. Terhis gününün yaklaşması sadece telaşlandırmıştı. İyi bir terziye takım elbise diktirmiş, bir çift iskarpin ve bir de siyah camlı, harika bir güneş gözlüğü almıştı. İzmirden vapura güverte biletiyle binmiş olmasına rağmen, ne olur ne olmaz düşüncesiyle vapur Datça’ya demir atınca ikinci mevkiiye geçmiş, vapura yolcu almaya gelen Datçalı sandalcının kendisini ikinci mevkiide görmesini sağlamıştı. Hoş onu ilk gören Datçalı da zor tanımıştı sırtındaki gıcır gıcır takım elbisesi ve gözündeki simsiyah camlı güneş gözlüklerinden dolayı. İlk gördüğü sandalcının eline tahta bavulunu sıkıştırmış, sandalcı arkada kendisi elleri arkasında vapurun merdivenlerinden inerken sendelemiş, ama bunu kimseye çaktırmadan ellerini arkadan bırakıp merdivenin korkuluğunu tutarak inmişti. Sandalın bir kenarına itinayla oturup yolculardan kimseyi gaale almadan İskele Mahallesi’ne, küçümseyerek bir bakışı vardı ki herhangi bir devlet dairesini teftişe gelen önemli bir müfettiş zannederdiniz… Sandaldan inince, sandalcının rıhtıma bıraktığı tahta bavulunu, (ki bu bavul her şeyi mahvediyordu, veya belki de bu yüzden o bavulu elinde taşımak istemiyordu) orada bırakarak. elleri arkasında ağır ağır yürüdü, Rauf’un kahvesinin önünde oturmuş laflamakta olan Datçalı’ları görünce durdu. Gene elleri arkasında siyah gözlüklerin arkasından oturanlara şöööyle bir baktıktan sonra, temiz bir türkçeyle seslendi: “Yahu bu memlekette hamal falan yok mu?” Bir şehirli okmanın iyice tadını çıkartıyor, artık son darbeleri vuruyordu. Ondan sonra fasa fiso…
Kahvenin önünde oturanlardan biri: “Yahu! Bu bizim Omar değil mi?” diğeri: “Hangi Omar?” “Yahu şu Omar görgülü, Gargı, Mendelle’de çoban vardıya.”. Oturanlar neredeyse hep birden: “aaa! Ülen Omar hoş geldin” deyince gayet ciddi olarak Omar, bir elinin işaret parmağıyla bavulunun durduğu tarafı göstererek: Şu bavulu bizim eve kadar götürecek bir hamal bakıyorumda…”deyip ellerini tekrar arkasına bağladı. Omar’ın “bir” kelimesinde “R” kullanışını oradakilerin hepsi yadırgadı. Çünkü “bir” kelimesindeki “r” yi, bilhassa vurgulamıştı. Gerçekte Datçalı olarak “bi hambal” demesi daha hoş olurdu. Oturanlar hafiften tebessümle Omar’a bakarken, Mehmet Badal yerinden kalktı, yardımcı olmak üzere yanına gitti. Ne de olsa eski arkadaşıydı. Mehmet’in ona yardıma gidişi, orada oturanların hafızasında, onun bavulunu taşıyan kişi olarak kalmıştı..
Mehmet Badal’ı bulup araştırdığımda, şöyle anlattı olayı:“
Yok be Nihatcıım! Ben o gün, bavul falan taşımadım, yanına gittim hoş geldin dedim. Milletin aklında bu galmış. Sadece yardım ettim. Eşeğiyle Gargı’ya gitmekte olan Dermenci Mustafa’yı çevirip, Bavulu ona verdik. Omar’ların evi nasıl olsa yolunun üstündeydi. Bavulu eve bırakıvı dedik… Ama Omar, eşekle veya eşeğin arkasından gitmedi. O, takım elbisesi, yeni boyanmış şehirli pabuçları ve siyah gözlükleriyle, elleri gene arkasında daha sonra Gargı’ ya yürüdü, yalnız başına….”
Bu son yürüyüştü, şehirli olarak....

Hiç yorum yok: