Perşembe, Aralık 07, 2006
DATÇA'dan İKİ PORTRE (Yeniden)
İKİ ADALI
Datça’dan Sömbeki Adası’na baktığınızda, bu adanın tam güney ucundaki burundur, “Miskin Burnu.” İşte o burun, geçmiş yıllarda biz Datçalılar için “Umut burnu”ydu. İlkönceleri kurak, daha sonraları savaşlı yıllar. Yerel dilde “Alaman Harbi…” Kuraklık, kıtlık ve karneyle ekmek yılları… İnsanların gözü Miskin Burnunda. Miskin Burnu’nun uzaklığı Datça’ya on iki mil kadar. Akdeniz tarafından gelen tekneler Miskin Burnu’nda görülür ilkönce. Orada görünen yelkenliyi, bir iki voltadan sonra bilirdik, kimin teknesi olduğunu: Selim Kaptan mı? Nebil Kaptan mı? Şükrü Kaptan mı? yoksa Adem Kaptan mı? Bu teknelerde motor olmadığından volta vurarak gelirlerdi rüzgar üstüne. Birinci voltada Guruca Bük önlerine, ikinci voltada Bindallı Çiftliği’ne, Üçüncüsünde Emecik altı ve oradan Datça İskelesine girerlerdi. En kolay da Nebil Kaptan’ı tanırdık. En sık sefer yapan oydu ve rüzgarı en iyi kullanan oydu. Çünkü, Nebil Kaptan ekmeksiz kalanlar için ekmek demekti. Tahılsız kalanlar için de tahıl, yani, fasulye, nohut, pirinç vs… Kereste de getirirdi. Orta büyüklükte bir yelkenliydi teknesi. Motoru yok… Yelkenle gidip geliyordu, Antalya’ya, Finike’ye; yani, bereketli topraklara… Taa oralardan Marmaris’e, Datça’ya, Bodrum’a yiyecek taşırdı…
Nebil Kaptan’ın kayığı yelkenli dedik. Böyle olunca kayığın Antalya’dan Datça’ya gelmesi için rüzgar gerek. Bazen Akdenizde rüzgar günlerce durur. Nebil Kaptan da Akdeniz’in ortasında durur. Bazen rüzgar fırtına olur; Nebil Kaptan bir Limanda bekler. Yarımada’nın insanı da ekmek bekler. Demek ki o yıllarda Datça’nın ekmeği hep rüzgara bağlıydı… Nebil Kaptanın yelkenlerinin de, yeldeğirmenlerinin yelkenlerinin de rüzgarla dolması gerekiyordu, ekmek bulmak için.
Aynı yıllarda Eski Datça’da fırıncılık yapan bir Rodoslu vardı. Adı şevket… Tertemiz giysilerinin üstüne leke kondurmayan, tıknaz, beyaz tenli, kolundaki balık dövmesiyle tipik bir Adalı. Yıllar evvel, askerliğe gitmeden, küçük bir yelkenliyle Rodos-Datça arasında taşımacılık yaparmış. Fırtınalı bir günde teknesini batırmış, bir daha denize dönmemiş. Bahriye askeri olup İstanbul’da Saray Muhafız takımına düşmüş. Orada Saray bandosuna almışlar, eğitip borazancı yapmışlar. Sarayda dokuz yıl borazancı başı olarak askerlik yapmış. Keyfi yerinde olduğu zamanlar arkadaşlarına Saray’ı ve askerlik anılarını anlatırken ellerini ağzına tutatarak borazan çalardı ki, nasıl çalardı. Çarşı dik kulak kesilirdi onu dinlemek için. Yüksek sesle konuştuğundan biz çocuklar da uzaktan duyardık anlattıklarını.
Tekrar tekrar anlattıklarının içinde iki olay hep aklımdadır: Her Cuma günü camiye törenle giden Padişah’ın, Saray Bandosu’yla nasıl uğurlandığı ve geçtiği yerlerde toplanan halkın “Padişahım çok yaşa!” diye bağırarak nasıl tezahürat yaptıkları ve daha ilginç olanı –ki o zamanlar çocuk aklımızla, bize çok ilginç gelmezdi, - 1913 Yılı, 11 Haziran günü, Harbiye Nazırı Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın, Beyazıt’dan gelirken Çarşıkapı’da arabasının içinde öldürülüşüne çok yakından şahit oluşuydu.. Bu olay, Şevket Kaptan’ı o kadar derinden etkilemişti ki, Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülüşünü her seferinde noktası noktasına hiç değiştirmeden anlatırdı.
Şevket, askerliğinden sonra Eski Datça’dan evlenince oraya yerleşti. Evinin önündeki fırında ekmek yapıp çarşıdaki dükkanında satardı. Daha sonraları Çarşı içinde bir fırın yaptı ve fırıncılığa burada devam etti.. Ekmek dedikse köy ekmeği değildi yapılıp satılan. Has undan yapılma “has ekmek…” Datça ağzıyla “has halka.” O zamanlar insanların özlem duydukları, kuru kuru yedikleri, misler gibi kokan ekmek. Gurubu 60 para. Gurub ekmek dediğimiz bir bütün ekmeğin sekizde biri. Çeyrek ekmek üç kuruş. Ve böylece senelere göre değişen fiyatlar ama; koku aynı; Miss gibi… Yerli ekmek daha esmer. O evlerdeki fırınlarda yapılan sıradan arpa ekmeği, bazen buğday ve arpa karışık, bazen darı ekmeği. Bir de evlerde günlük yapılan “tepitme.” Hergün yerli ekmeği yiyince insanlar özlerdi has ekmeği. Bayramları iple çekerdik; harçlıklarımızla has ekmek alıp yiyeceğiz diye.“Has ekmek” deyince aklımıza Şevket Amca gelir; Şevket Amca’nın aklına da Nebil Kaptan gelirdi belki…Nebil Kaptan Giritli, Şevket kaptan Rodoslu. Türkçelerindeki şive Datça şivesinden ayrı; "kırık türkçe" mi diyelim, yoksa “ada türkçesi” mi? Giyimleri kuşamları da ayrı, yaşam tarzları da… Ticaret anlayışları daha başka.O yıllarda Datça yarımadasına para yılın belli zamanlarında girerdi. Mesela, en önemli para palamut mahsülü satıldığı zaman. Palamut deyince, aklınıza palamut balığı gelmesin. Meşe palamudunun mahsülüdür, Datça’daki palamut. O zamanlar deri ve boya sanaayiinde kullanılırdı ve iyi para getirirdi. Düğünler, dernekler, ödemeler hep palamut satıldığında yapılırdı. Doğal olarak Şevket Amca’ya halk borcunu o zaman öder,. Şevket de Nebil Kaptan’a borcunu o zaman ödeyebilirdi..Nebil Kaptan’ın teknesinde motor olmadığından mazota gereksinimi yoktu. Onun Akdeniz’de esecek rüzgara gereksinimi vardı. Esmediği zamanlarda kaptanın yolu gözlenir, ‘Marmaras’a, (Eskiden Marmaris denmez, “Marmaras” denirdi.) Fethiye’ye gelmiş mi diye o zamanın yöntemleriyle soruşturulurdu kaptan... Eğer Marmaras’a kadar gelmişse, işte o zaman Miskin Burnu’nu gözlemeye başlardık biz Datçalılar. Miskin burnunda nokta kadar görünen her yelkenlinin bir müddet yolu gözlenirdi. Bir iki voltadan sonra anlaşılırdı teknenin kimin teknesi olduğu. Nebil Kaptan olduğu anlaşılınca hemen Eski Datça’daki Şevket ‘e “Nebil Kaptan geliyor” haberi ulaştırılırdı.Un, fasulye, pirinç, çuvallarını İskele’den Datça’ya taşımak için eşekler, atlar limana Şevket Amca tarafından gönderilirken, bir de at gönderilirdi, Nebil Kaptan’ın emrine. Bir kişi de eşeğiyle Kargı’ya Hamit Ağa’dan bir oğlak getirmesi için gönderilirdi. Şevket’le Hamit Ağa’nın sıkı bir dostluğu olduğundan oğlağın bedeli her zaman bir ufak şişe rakıydı. Şevket raftan iki şişe rakıyı alır adamın heybesinin gözlerine kor gönderirdi. Bu iki şişe rakının anlamı, “iki oğlak istiyorum.” demekti. Oğlağın biri Nebil Kaptan için kesilir, diğeride ilerideki günler için tutulurdu. Kaptan için oğlak kesilmesi adeta bir gelenek halini almıştı.Kayığının içinde bir tayfa gibi gördüğünüz Nebil Kaptan’ı, karaya çıktığında tanıyamazdınız. Üstündeki takım elbise; mevsim yaz ise krem veya beyaz, tek leke yok... Başta melon şapka ve elinde dekor olarak taşıdığı bir baston., pırıl pırıl parlayan pabubuçlar… Tekneden çıkar, atına biner doğruca Şevket’in fırınına gelirdi. Şevket onu dışarıda karşılar. İlk soru: -“Nerelerdesin bre Nebil Kaptan, merak ettik seni.”Nebil Kaptan'ın cevabı::-“Boceleme bre Şevket Kaptan, boceleme.” Bu bir denizci deyimi;“rüzgar yoktu bocaladım” anlamındaydı… Şevket de eskiden kaptanlık yaptığından bu terimleri kolay anlardı. Nebil Kaptan’ın paraya ihtiyacı varsa, bunu sözle söylemezdi. Aralarında paradan konuşmayı ayıp sayarlardı. Ama, “paraya gereksinim var” demenin de, “şimdilik param yok, bekle” demenin de bir yöntemini bulmuştu bu iki adalı .Nebil kaptan dükkana girince melon şapkasını çıkarıp duvardaki askıya asmaz, tezgahın üstüne ağzı yukarı gelecek şekilde bırakırsa, bu “biraz ödeme yapabilir misin?” anlamına gelirdi. O an parası varsa Şevket Kaptan, sohbet arasında parayı şapkanın içine bırakırdı Yemek sonunda dükkandan çıkarken Nebil Kaptan, şapkasını ve parayı alır, hesabını teknede yapardı. Dükkanda ne para sayılır ne de konuşulurdu. Eğer Şevket ödeme yapamayacaksa ağzı yukarı bakan şapkayı alır, sert bi tavırla ters kapatırdı. Bu da, “Şu an param yok." anlamına geldiğinden, Nebil Kaptan hiç sesini çıkarmaz, yiyip içmeye devam ederlerdi.. İki adalının arasında 15-16 sene süren bu ticaret süresince her ikisi de alacak verecek lafını etmediler.İkinci Dünya Savaşı yıllarında Datca, Marmaris ve Bodrum sahillerine civar adalardan yüzlerce mülteci gelirdi. Bu mülteciler hepsi Bodrum’da kampa alınır, daha sonra teknelerle Kıbrıs’a gönderilirlerdi. Bu taşıma işine Nebil kaptan’da girdi. Böyle bir seferde Nebil Kaptan, Antalya kıyılarında kayığını kayalara bindirerek, dokuz mültecinin ölümüne sebep olmuştu. Bu yaptığı kaza yüzünden gururu kırılmış duruşmalarda kendini savunmak bile istememiş.. Hatta derler ki; Nebil Kaptan'ın suçsuz olduğuna inanan hakim, ama içinde bulunduğu şartlarda suçlu görüldüğü için yardım edemeyince bir duruşmada uyarmak istemiş: "Bişeyler yap bre Nebil Kaptan, bişeyler." deyip kaptanı harekete geçirmek istemiş, derler. Bu, bugünlere kadar halkın ağzında dolaşan bir söylentidir. O kaza yüzünden iki yıl ceza evinde kalmış, çıktıktan sonra da bu kazayı gurur meselesi yaparak kaptanlığa veda etmişti.Şevket Bora ise Eski Datca’daki fırınını çalıştırmaya devam etmiş, daha sonraki yıllarda İskele Mahallesi’ne taşınarak bir lokanta açmıştı. İskele Mahallesi’nin tek lokantasıydı; Kuru Fasulyesi ve taze balığıyla meşhurdu… Şevket Bora Datça’da; Nebil Kaptan ise geniş bir bölgede, Antalya’dan Bodrum’a kadar, kalıcı bir iz bırakarak geçip gittiler… İki Adalının adı da hala yöre insanlarının dillerinde dolaşır durur.İşte bugün de benim dilimdeydi…
Nihat Akkaraca
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
1 yorum:
Dedem işte benim yaa
Yorum Gönder