Yol yapımında on gün çalışılarak ödenmiş vergi borcunun makbuzu. (Okuyabilmek için makbuzun üstünü tıklayın)
Vergiyi tahsildarların topladığı yıllardı. Elindeki deriden yapılmış kocaman çantasıyla kahvelerin bulunduğu sokağın başında görünür görünmez kahveler tenhalaşırdı.. Vergi borcu olanlar sıvışıverirdi ara sokaklara. Tahsildar da bu vergileri toplamak zorunda olduğundan, en sonunda borçlunun evine jandarmayla girer, eline ne geçerse alırdı; kıl çuval, heybe, kazan, yün çuval, daha çok kilim gibi şeyler. Haciz edilen bu gibi eşyaları ne yaparlar, nerede satarlardı, bilmiyorum. Sözün kısası, vergi borcu hem vadandaşın hem tahsildarın başının belasıydı. Devlet de bu vergiyi toplamak zorundaydı; okul yoktu, yol yoktu, hastane yoktu; bu paralarla bu gibi şeyler yapılacaktı. Yol vergisi altı liraydı. 18 yaş ile altmış yaş arası olanlar yol vergisi mükellefiydi. Ödeyebilen para olarak öder, ödeyemeyenler yol yapımında on gün bedava çalışırlardı. Datça-Marmaris yolu (80 kilometre) bu şartlar altında, kazma kürekle açılmıştı. Yol, tam ortasından ikiye bölünmüş, kırk kilometresini Marmarisliler, kırk kilometresini de Datçalılar yapmıştı. Yol hizmete açıldıktan sonra her yıl yolun bakımı da bu sistemle yapılırdı, 1950’li yıllara kadar. Dikkat ederseniz “trafiğe açılınca” demiyorum, çünkü, o zamanlar trafik diye bişey yoktu.
İkinci Dünya Savaşı yıllarının getirdiği ekonomik sıkıntılarla bu yol vergisinin ( o zamanlar [yol parası] denirdi.) ödemesi iyice zorlaşmaya başlamıştı. Altı çocuğu olan bu verginin dışında tutulduğundan, herkes çocuğunu altılamaya gayret etmiş, bu yüzden o yıllarda Datça’da altı çocuklu aileler çoğalmıştı.
O gün Eski Datça normal günlerden daha kalabalıktı. Birkaç kişi cuma namazı için işe gitmemişti ama, bir çoğu için cuma, dinlenmeleri için iyi bir bahaneydi. Tahsildar Memedağa bunu bildiğinden, Cuma günleri mutlaka yoklardı Eski Datça’yı. Kendisi ilçe merkezi Elee (Reşadiye) de oturduğundan köyleri atıyla dolaşırdı.
Atının üstünde, çarşı sokağının başında görünür görünmez insanla dolu olan kahvelerin içinde ve önlerindeki sandalyeler boşalıvermişti. İstifini bozmayıp, yerinden kıpırdamayan birkaç kişiden biri Durmuş Kara’ydı. Atını her zamanki yerine bağlayıp bir elinde kocaman deri çantası, bir elinde mendili, yüzündeki ve ensesindeki terleri silerek kahvenin önüne gelen Tahsildar Memedağa:
-Gene sıvıştılar beni görünce, değil mi? diyerek bir sandalye çekti altına. İlkönce soğuk bi su istedi kahveciden.
-Destiden olsun, dedi.
Suyunu içip bi ohh! çektikten sonra Durmuş Kara’ya bakıp çantasına davrandı. Çantadan kocaman vergi defterini çıkarıp:
-Durmuş, Yanaşsana!.. dedi
Durmuş tereddütsüz sandalyesini çekti tahsildar Memedağa’nın yanına.
-Kesiyorum, dedi Memedağa
Durmuş tahsildarın kesmekten neyi kastettiğini anlamıştı, yol vergisinden başka neyi kastederdi ki.
-Kes, Memed Efendi, dedi, omursamadan.
-Makbuz kesildi, para ödendi, Memedağa, kapamadan bi kere daha göz attı deftere:
-İmamoğlu Memedali’yi görürsen deyiverir misin, onun da yol vergisi var, dedi.
Belli ki vergi borcunu aksatmadan ödüyordu İmamoğlu Memedali. Tahsildar sadece hatırlatıyordu.
İmamoğlu dendiği zaman aklımıza o yılların dozeri gelir. Güçlü kuvvetli, çalışkan, eşi enderi bulunmayan bir işçiydi.Kısaca, hiç abartmadan söylemek gerekirse, bir günde beş kişinin yaptığı işi, o tek başına yapardı. Çalışan birisi olduğundan her zaman elinde parası bulunur, yol vergisini bedenen değil parayla öderdi.
Durmuş cebine davrandı, çıkının içinden altı lira daha çıkardı:
-Kes onun makbuzunu da! dedi.
Aradan birkaç ay geçti. Yol vergisi ödemesinin son günleriydi. Akşam herkes kahveleri doldurduğunda, Gebeş Amca bağırdığı tellalla üç gün sonra yol vergisi ödemesinin sona ereceğini bildiriyordu.. Ertesi günü, İmamoğlu, işten bir fırsatını bulup gündüz vakti kahveye geldi. Tahsildar Memedağa, kahvenin önünde bir masaya oturmuş yol vergilerini topluyordu. Karşısında İmamoğlu’nu görünce, önündeki listeye bakarak İmamoğlu’nun adını aradı. Bulamayınca hatırladı:
-Senin vergin ödendi sanırım, ama, gene de bi bakalım, deyip deftere baktı,
-Tamam, dedi, ödenmiş… Hatırlıyorum, Durmuş Gara ödemişti geçenlerde.
İmamoğlu’nun gururu okşanmıştı:
-Allah, Allah! Beni kaç kere gördü hiç demedi ya! diyerek, işine geri gitti.
Bir haftadır Balçıkhisarı’nda Gabosman Oğlu Şükrü Efendi’nin tarlasında orak biçmekteydi. Hergün şafakla kalkıyor, al atına binerek bir saatlik yolu tepiyor, akşama kadar orak sallıyordu. İşine gelip gittiği yolun üstünde Durmuş Kara’nın dört dönümlük bir ekin tarlası vardı. Tarlada arpa neredeyse adam boyu yükselmiş, (bu kadar yükselmesi normaldi çünkü Durmuş’un keçileri olduğundan tarla her yıl gübreleniyordu) biçme vakti çoktan gelmiş, geçmişti bile. Akşam üstü evine dönerken Durmuş’un tarlasına bakarak; “Tamam” dedi içinden, “İlk horoz öttüğünde başlasam, guşluk vakti biter. Şansıma da gece yarısından sonra ay doğacak.” dedi.
Vergiyi tahsildarların topladığı yıllardı. Elindeki deriden yapılmış kocaman çantasıyla kahvelerin bulunduğu sokağın başında görünür görünmez kahveler tenhalaşırdı.. Vergi borcu olanlar sıvışıverirdi ara sokaklara. Tahsildar da bu vergileri toplamak zorunda olduğundan, en sonunda borçlunun evine jandarmayla girer, eline ne geçerse alırdı; kıl çuval, heybe, kazan, yün çuval, daha çok kilim gibi şeyler. Haciz edilen bu gibi eşyaları ne yaparlar, nerede satarlardı, bilmiyorum. Sözün kısası, vergi borcu hem vadandaşın hem tahsildarın başının belasıydı. Devlet de bu vergiyi toplamak zorundaydı; okul yoktu, yol yoktu, hastane yoktu; bu paralarla bu gibi şeyler yapılacaktı. Yol vergisi altı liraydı. 18 yaş ile altmış yaş arası olanlar yol vergisi mükellefiydi. Ödeyebilen para olarak öder, ödeyemeyenler yol yapımında on gün bedava çalışırlardı. Datça-Marmaris yolu (80 kilometre) bu şartlar altında, kazma kürekle açılmıştı. Yol, tam ortasından ikiye bölünmüş, kırk kilometresini Marmarisliler, kırk kilometresini de Datçalılar yapmıştı. Yol hizmete açıldıktan sonra her yıl yolun bakımı da bu sistemle yapılırdı, 1950’li yıllara kadar. Dikkat ederseniz “trafiğe açılınca” demiyorum, çünkü, o zamanlar trafik diye bişey yoktu.
İkinci Dünya Savaşı yıllarının getirdiği ekonomik sıkıntılarla bu yol vergisinin ( o zamanlar [yol parası] denirdi.) ödemesi iyice zorlaşmaya başlamıştı. Altı çocuğu olan bu verginin dışında tutulduğundan, herkes çocuğunu altılamaya gayret etmiş, bu yüzden o yıllarda Datça’da altı çocuklu aileler çoğalmıştı.
O gün Eski Datça normal günlerden daha kalabalıktı. Birkaç kişi cuma namazı için işe gitmemişti ama, bir çoğu için cuma, dinlenmeleri için iyi bir bahaneydi. Tahsildar Memedağa bunu bildiğinden, Cuma günleri mutlaka yoklardı Eski Datça’yı. Kendisi ilçe merkezi Elee (Reşadiye) de oturduğundan köyleri atıyla dolaşırdı.
Atının üstünde, çarşı sokağının başında görünür görünmez insanla dolu olan kahvelerin içinde ve önlerindeki sandalyeler boşalıvermişti. İstifini bozmayıp, yerinden kıpırdamayan birkaç kişiden biri Durmuş Kara’ydı. Atını her zamanki yerine bağlayıp bir elinde kocaman deri çantası, bir elinde mendili, yüzündeki ve ensesindeki terleri silerek kahvenin önüne gelen Tahsildar Memedağa:
-Gene sıvıştılar beni görünce, değil mi? diyerek bir sandalye çekti altına. İlkönce soğuk bi su istedi kahveciden.
-Destiden olsun, dedi.
Suyunu içip bi ohh! çektikten sonra Durmuş Kara’ya bakıp çantasına davrandı. Çantadan kocaman vergi defterini çıkarıp:
-Durmuş, Yanaşsana!.. dedi
Durmuş tereddütsüz sandalyesini çekti tahsildar Memedağa’nın yanına.
-Kesiyorum, dedi Memedağa
Durmuş tahsildarın kesmekten neyi kastettiğini anlamıştı, yol vergisinden başka neyi kastederdi ki.
-Kes, Memed Efendi, dedi, omursamadan.
-Makbuz kesildi, para ödendi, Memedağa, kapamadan bi kere daha göz attı deftere:
-İmamoğlu Memedali’yi görürsen deyiverir misin, onun da yol vergisi var, dedi.
Belli ki vergi borcunu aksatmadan ödüyordu İmamoğlu Memedali. Tahsildar sadece hatırlatıyordu.
İmamoğlu dendiği zaman aklımıza o yılların dozeri gelir. Güçlü kuvvetli, çalışkan, eşi enderi bulunmayan bir işçiydi.Kısaca, hiç abartmadan söylemek gerekirse, bir günde beş kişinin yaptığı işi, o tek başına yapardı. Çalışan birisi olduğundan her zaman elinde parası bulunur, yol vergisini bedenen değil parayla öderdi.
Durmuş cebine davrandı, çıkının içinden altı lira daha çıkardı:
-Kes onun makbuzunu da! dedi.
Aradan birkaç ay geçti. Yol vergisi ödemesinin son günleriydi. Akşam herkes kahveleri doldurduğunda, Gebeş Amca bağırdığı tellalla üç gün sonra yol vergisi ödemesinin sona ereceğini bildiriyordu.. Ertesi günü, İmamoğlu, işten bir fırsatını bulup gündüz vakti kahveye geldi. Tahsildar Memedağa, kahvenin önünde bir masaya oturmuş yol vergilerini topluyordu. Karşısında İmamoğlu’nu görünce, önündeki listeye bakarak İmamoğlu’nun adını aradı. Bulamayınca hatırladı:
-Senin vergin ödendi sanırım, ama, gene de bi bakalım, deyip deftere baktı,
-Tamam, dedi, ödenmiş… Hatırlıyorum, Durmuş Gara ödemişti geçenlerde.
İmamoğlu’nun gururu okşanmıştı:
-Allah, Allah! Beni kaç kere gördü hiç demedi ya! diyerek, işine geri gitti.
Bir haftadır Balçıkhisarı’nda Gabosman Oğlu Şükrü Efendi’nin tarlasında orak biçmekteydi. Hergün şafakla kalkıyor, al atına binerek bir saatlik yolu tepiyor, akşama kadar orak sallıyordu. İşine gelip gittiği yolun üstünde Durmuş Kara’nın dört dönümlük bir ekin tarlası vardı. Tarlada arpa neredeyse adam boyu yükselmiş, (bu kadar yükselmesi normaldi çünkü Durmuş’un keçileri olduğundan tarla her yıl gübreleniyordu) biçme vakti çoktan gelmiş, geçmişti bile. Akşam üstü evine dönerken Durmuş’un tarlasına bakarak; “Tamam” dedi içinden, “İlk horoz öttüğünde başlasam, guşluk vakti biter. Şansıma da gece yarısından sonra ay doğacak.” dedi.
O akşam eve gelince orağını iyice biledi. Yemekten sonra kahveye çıkmadı, erkenden yattı. İlk horozun ötmesini bile beklemedi. Atına binip yola çıktığında Eski Datça’nın sokak fenerleri bile hala sönmemişti. Tarlaya geldiğinde ilk horozlar ancak ötüyordu. Gecenin serinliğiyle bismillah deyip, sallamaya başladı, akşamdan güzelce bilediği orağı. Tarlanın bi başından başlıyor öbür başına çıktığında şöyle biraz durup soluklanmıyordu bile. Tarladaki ekini biçen bir insanoğlu değil, sanki bir biçer- döverdi. Ekini yakaladığı elinin parmaklarına tahtadan yapılmış parmaklıkları taktığından, orağın ve parmaklıkların çıkardığı ses, İmamoğlu’nu çoşturmaktaydı. Orak biçmiyor, sanki davul zurnanın karşısında harmandalı oynuyordu.
Güneş bir kulaç yükselmişti, İmamoğlu Memedali, dört dönümlük tarlada insan boyu yükselmiş ekini biçerek yere sermiş, ağacın köküne dayanarak tütününü tüttürüyordu.. Yerli pamuklu bezden dikilmiş beyaz gömleği terden sırıl sıklam olmuş, kuruyan yerlerinde terin bıraktığı tuzlanmalar görülüyordu. Şimdi Şükrü Efendi’nin tarlasına gidecek gün batımına kadar orada orak sallayacaktı. İmamoğlu şimdi huzurlu ve mutluydu. Borcunu ödemişti ama, hiçbir zaman arkadaşına gidip, “Ben de senin ekinini biçiverdim,” demeyecekti. Nasıl olsa gören biri söylerdi Durmuş'a, ekin tarlasının biçilmiş olduğunu.
O günler, “Ben senin orağını biçiverdim, ben senin vergi borcunu ödedim.” gibi lafların edilmediği günlerdi. Yaptığın iyiliği konuşmak çok ayıp sayılırdı…
2 yorum:
2.dünya savasi yillarinda ki devletin aldigi önlemleri, ben de babamin halasinin agzindan "neden CHP'ye oy vermiyorum" aciklamasiyla duymustum. "Gelip topladilar bugdayimizi, atimizi" diye hep kizgindi CHP'ye...
Harika bir yazi gözumun önune geldi film gibi anlattiginiz ayrintilar...
Bu cok guzel!
www.elifsavas.com/blog
Yorum Gönder