(TV kanallarından birinde gösterilen "Parmaklıklar Ardında" adlı diziyi görünce hep bu anı gelir aklıma.)
SİNOP CEZAEVİNDEKİ GÜNLERİM
İlk kez ne zaman yüzdüm hatırlamıyorum. Belki de yürümeden önce yüzmüşümdür diye düşünüyorum bazen. Çocukluk ve delikanlılık yıllarım hep denizle içiçe. Burgaz’a yazlığa göçtüğümüzde, Dalacak, Küçük Deniz, Cinali yetmezdi, iskelesinden denize atlamaya gelirdik Burgazdan İskele’ye Denizsiz yaşayamayacağımı düşünürdüm. Askerlik yılları deniz eri olarak denizaltı yatak gemisi Erkin... Gene denizin içindeydim. Askerlikten sonra İzmir, Alaybey… Tam Tersane’nin arkasında, denize elli metre. Alaybey'de rıhtımdan denize girerdik. Su pırıl pırıldı. Pazar günleri İnciraltı'na giderken vapurda gramafon çalıp milleti başımıza topladığımız günler... Ama 50’li yılların sonlarında Ankara’da denizsiz iki koca yıl. Sinema afişlerini dikkatle incelediğim yıllar. Afişte deniz resmi varsa filimde de vardır diye gittiğim sinemalar…
Deniz hasretiyle yandığım iki yılın sonunda yolum düştü Sinop'a. Yarı gece varmıştık oraya. Yorgundum, ayakta duracak halde değildim, kamyonla gelmiştik. Ona rağmen uyumak istemiyordum. Çünkü, denizden iyot kokusu gelmişti burnuma. Kim tutabilirdi beni evde. İki tarafına ahşap evlerin sıralandığı sokağa Meydankapı’dan girdim, sokağı arşınlayarak, bir solukta Tersane’de denizin kenarındaydım. Denizi kokusundan bulmuştum. Görenlerin “delinin teki” diyeceklerini düşünmesem sabaha kadar kalabilirdim deniz kenarında.. İşte yirmi altı yıl sürecek Sinop yaşamım böyle başladı.
Bir şirketin Amerikan Radar Üssü’ndeki inşaat işini altı ayda bitirip Ankara’ya geri gelmek üzere gönderilmiştim. İş bitiminde dönmedim. Ankara’da kendi kendime çalışarak yaptığım yarım yamalak bir İngilizceyle Amerikan şirketinde çevirmen olarak iş aldım. Çamları devire devire (orasını anlatırsam bir komedi dizisi olur) rayına oturttum işimi..
Yirmi yıl çalıştıktan sonra 1980 yılında emekli oldum. Emekli olduktan sonra sözleşmeyle çalıştım, tam altı yıl. Şehirde elektronik tamirat dükkanım vardı. Birkaç çırakla yürütüyorduk işi. Sözleşmeli olduğum Amerikan şirketine beni çağırdıklarında gidiyordum.
Biliyorsunuz Sinop, o büyük cezaeviyle ünlüdür. Cezaevi de zaman zaman içinde barındırdığı ünlü edebiyatçı ve siyasi mahkumlarıyla ünlüdür. Örneğin; Sabahattin Âli(1932-1933 yılları) gibi… Ve diğerleri: Refii Cevat, Burhan Felek, Celal Zühtü Benneci (teyyareci Celal), Mustafa Suphi 1913-1918. Zekeriye Sertel gibi daha bir çok yazı ve edebiyat adamları.
“Başın öne eğilmesin
Aldırma Gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül aldırma”
dizeleri Sebahattin Âli tarafından burada kaleme alınmış.
Bir gün atölyemde çalışırken cezaevi müdürü geldi. Önceden tanışırdık. Koğuşlardaki 45 kadar TV nin bakım ve tamirini yapardım. Müdür büyükçe bir projeyle gelmişti. Cezaevine kapalı devre TV sistemi kurdurmak istiyordu… İlkin işin teknik yönünü bilemem diyerek çekindim, “Ben bu sistemi kurarım.” diyemedim. O dalda hiçbir tecrübem yoktu. Bir iki gün izin istedim, “Bi düşüneyim,” dedim. Tecrübem yoktu ama, çalıştığım radar üssünde aranılan her çeşit yayını bulabileceğim kocaman bir kütüphane vardı. Bir ilin kütüphanesinden çok daha büyük ve zengindi. Oraya gittim. Kapalı devre TV sistemi konulu teknik kitabı buldum. O işin altından kalkabileceğime inandım ve işi kabul ettim. Cezaevi müdürüyle anlaştıktan sonra işe başladım. Atölyemdeki yardımcılardan ikisini yanıma alıp, her gün cezaevine gidiyordum. Atölyede 13-14 yaşlarındaki bir çırak kalıyordu.. Biz, sabah gidip akşam dönüyorduk.
İş umduğumdan çok ağır ilerliyordu, hızlandırmak elimizde değildi. Altmış kişilik koğuşlarda cezalarını doldurmaya çalışan normal mahkumların, müebbetlerin, terörden hüküm giymiş gençlerin, koğuşa girdiğimizde bize gösterdikleri konukseverlik işimizi yavaşlatıyordu. Bizi kendi halimize bıraksalar, işimizi çok kısa bir zamanda bitirebilirdik. Çünkü oradan bir an önce çıkıp kurtulmak istiyorduk. 50-60 kişilik koğuşlara kucağımızda TV ile girdiğimizde öyle bir alkış kopuyordu ki, zaman zaman bişey mi oldu diye müdür kendisi çıkıp geliyordu. Alkış almak hoşumuza gidiyordu da, hoşumuza gitmeyen şey, her koğuşta bize mutlaka ikram edilen, içmek zorunluluğunda olduğumuz “Mahpushane işi çay"dı.
Koğuşa girmeden önce refaketçi gardiyana yalvarırdık, “Ne olur bi formül bul, hiç olmazsa bu koğuşta çay içmeyelim” diye. Ama cevap her zaman: “Abi yapmayın, kızarlar, içlerinden biri yanlış bi laf eder canımız sıkılır. Ne olacak birer bardak da burada içiverin.” oluyordu.
Eh, ne yapalım? Girerdik koğuşa. Herkes ayakta… Koğuşun lideri mi desem, külhanbeyi mi desem, seslenir: “Çaylar hazır mı? Getirin bakalım çaylari ilkin.” Bizim: “Biz şu koğuşta çay içmiştik” gibi çok nazik itirazımızı ciddiye almaz, “Bizim çay o koğuşun çayına benzemez, abicim.” diyerek koyu kırmızı çay bardağıyla donatılmış tepsiyi sürerdi önümüze. Çaycının gözü önümüzdeki bardaklardadır, daha bardağın dibi görünmeden doldurur bardakları…
Üstüste içilen koyu çay yüzünden bulanan midelerimizle başlardık işe. Teknik bağlantıları bitirip de TV yi açtığımızda, bir alkış daha kopardı, kıyamet kopar gibi. Bu sefer koğuş liderinden başka teklif gelirdi: “Birer keyif kahvesi içelim mi abicim?” Kahve teklifine karşı çıkabiliyordum, kalbime dokunuyor diyerekten.
İşimiz on gün kadar sürmüştü. Sabah gidip, akşam çıkıyorduk cezaevinden. Bu arada dükkânıma uğrayamıyordum. İşin bitmesine yakın günlerde, işe giderken ve akşam işten dönerken beni gören tanıdıklar hararetle “Geçmiş olsun” demeye, hatta bazıları, geçmiş olsun deyip sarılıp öpmeye, arkasından da “Ne oldu yahu, neden Cezaevine düştün?” diye sorgulamaya başladılar. İlkin şaka yaptıklarını sanmıştım ama daha sonra anlamaya başladım:
Biz sabahtan akşama kadar ünlü mahpushanede çay içip fırsat bulunca çalışırken, dükkâna müşteri geliyor, beni göremeyince çırağa soruyormuş:
SİNOP CEZAEVİNDEKİ GÜNLERİM
İlk kez ne zaman yüzdüm hatırlamıyorum. Belki de yürümeden önce yüzmüşümdür diye düşünüyorum bazen. Çocukluk ve delikanlılık yıllarım hep denizle içiçe. Burgaz’a yazlığa göçtüğümüzde, Dalacak, Küçük Deniz, Cinali yetmezdi, iskelesinden denize atlamaya gelirdik Burgazdan İskele’ye Denizsiz yaşayamayacağımı düşünürdüm. Askerlik yılları deniz eri olarak denizaltı yatak gemisi Erkin... Gene denizin içindeydim. Askerlikten sonra İzmir, Alaybey… Tam Tersane’nin arkasında, denize elli metre. Alaybey'de rıhtımdan denize girerdik. Su pırıl pırıldı. Pazar günleri İnciraltı'na giderken vapurda gramafon çalıp milleti başımıza topladığımız günler... Ama 50’li yılların sonlarında Ankara’da denizsiz iki koca yıl. Sinema afişlerini dikkatle incelediğim yıllar. Afişte deniz resmi varsa filimde de vardır diye gittiğim sinemalar…
Deniz hasretiyle yandığım iki yılın sonunda yolum düştü Sinop'a. Yarı gece varmıştık oraya. Yorgundum, ayakta duracak halde değildim, kamyonla gelmiştik. Ona rağmen uyumak istemiyordum. Çünkü, denizden iyot kokusu gelmişti burnuma. Kim tutabilirdi beni evde. İki tarafına ahşap evlerin sıralandığı sokağa Meydankapı’dan girdim, sokağı arşınlayarak, bir solukta Tersane’de denizin kenarındaydım. Denizi kokusundan bulmuştum. Görenlerin “delinin teki” diyeceklerini düşünmesem sabaha kadar kalabilirdim deniz kenarında.. İşte yirmi altı yıl sürecek Sinop yaşamım böyle başladı.
Bir şirketin Amerikan Radar Üssü’ndeki inşaat işini altı ayda bitirip Ankara’ya geri gelmek üzere gönderilmiştim. İş bitiminde dönmedim. Ankara’da kendi kendime çalışarak yaptığım yarım yamalak bir İngilizceyle Amerikan şirketinde çevirmen olarak iş aldım. Çamları devire devire (orasını anlatırsam bir komedi dizisi olur) rayına oturttum işimi..
Yirmi yıl çalıştıktan sonra 1980 yılında emekli oldum. Emekli olduktan sonra sözleşmeyle çalıştım, tam altı yıl. Şehirde elektronik tamirat dükkanım vardı. Birkaç çırakla yürütüyorduk işi. Sözleşmeli olduğum Amerikan şirketine beni çağırdıklarında gidiyordum.
Biliyorsunuz Sinop, o büyük cezaeviyle ünlüdür. Cezaevi de zaman zaman içinde barındırdığı ünlü edebiyatçı ve siyasi mahkumlarıyla ünlüdür. Örneğin; Sabahattin Âli(1932-1933 yılları) gibi… Ve diğerleri: Refii Cevat, Burhan Felek, Celal Zühtü Benneci (teyyareci Celal), Mustafa Suphi 1913-1918. Zekeriye Sertel gibi daha bir çok yazı ve edebiyat adamları.
“Başın öne eğilmesin
Aldırma Gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül aldırma”
dizeleri Sebahattin Âli tarafından burada kaleme alınmış.
Bir gün atölyemde çalışırken cezaevi müdürü geldi. Önceden tanışırdık. Koğuşlardaki 45 kadar TV nin bakım ve tamirini yapardım. Müdür büyükçe bir projeyle gelmişti. Cezaevine kapalı devre TV sistemi kurdurmak istiyordu… İlkin işin teknik yönünü bilemem diyerek çekindim, “Ben bu sistemi kurarım.” diyemedim. O dalda hiçbir tecrübem yoktu. Bir iki gün izin istedim, “Bi düşüneyim,” dedim. Tecrübem yoktu ama, çalıştığım radar üssünde aranılan her çeşit yayını bulabileceğim kocaman bir kütüphane vardı. Bir ilin kütüphanesinden çok daha büyük ve zengindi. Oraya gittim. Kapalı devre TV sistemi konulu teknik kitabı buldum. O işin altından kalkabileceğime inandım ve işi kabul ettim. Cezaevi müdürüyle anlaştıktan sonra işe başladım. Atölyemdeki yardımcılardan ikisini yanıma alıp, her gün cezaevine gidiyordum. Atölyede 13-14 yaşlarındaki bir çırak kalıyordu.. Biz, sabah gidip akşam dönüyorduk.
İş umduğumdan çok ağır ilerliyordu, hızlandırmak elimizde değildi. Altmış kişilik koğuşlarda cezalarını doldurmaya çalışan normal mahkumların, müebbetlerin, terörden hüküm giymiş gençlerin, koğuşa girdiğimizde bize gösterdikleri konukseverlik işimizi yavaşlatıyordu. Bizi kendi halimize bıraksalar, işimizi çok kısa bir zamanda bitirebilirdik. Çünkü oradan bir an önce çıkıp kurtulmak istiyorduk. 50-60 kişilik koğuşlara kucağımızda TV ile girdiğimizde öyle bir alkış kopuyordu ki, zaman zaman bişey mi oldu diye müdür kendisi çıkıp geliyordu. Alkış almak hoşumuza gidiyordu da, hoşumuza gitmeyen şey, her koğuşta bize mutlaka ikram edilen, içmek zorunluluğunda olduğumuz “Mahpushane işi çay"dı.
Koğuşa girmeden önce refaketçi gardiyana yalvarırdık, “Ne olur bi formül bul, hiç olmazsa bu koğuşta çay içmeyelim” diye. Ama cevap her zaman: “Abi yapmayın, kızarlar, içlerinden biri yanlış bi laf eder canımız sıkılır. Ne olacak birer bardak da burada içiverin.” oluyordu.
Eh, ne yapalım? Girerdik koğuşa. Herkes ayakta… Koğuşun lideri mi desem, külhanbeyi mi desem, seslenir: “Çaylar hazır mı? Getirin bakalım çaylari ilkin.” Bizim: “Biz şu koğuşta çay içmiştik” gibi çok nazik itirazımızı ciddiye almaz, “Bizim çay o koğuşun çayına benzemez, abicim.” diyerek koyu kırmızı çay bardağıyla donatılmış tepsiyi sürerdi önümüze. Çaycının gözü önümüzdeki bardaklardadır, daha bardağın dibi görünmeden doldurur bardakları…
Üstüste içilen koyu çay yüzünden bulanan midelerimizle başlardık işe. Teknik bağlantıları bitirip de TV yi açtığımızda, bir alkış daha kopardı, kıyamet kopar gibi. Bu sefer koğuş liderinden başka teklif gelirdi: “Birer keyif kahvesi içelim mi abicim?” Kahve teklifine karşı çıkabiliyordum, kalbime dokunuyor diyerekten.
İşimiz on gün kadar sürmüştü. Sabah gidip, akşam çıkıyorduk cezaevinden. Bu arada dükkânıma uğrayamıyordum. İşin bitmesine yakın günlerde, işe giderken ve akşam işten dönerken beni gören tanıdıklar hararetle “Geçmiş olsun” demeye, hatta bazıları, geçmiş olsun deyip sarılıp öpmeye, arkasından da “Ne oldu yahu, neden Cezaevine düştün?” diye sorgulamaya başladılar. İlkin şaka yaptıklarını sanmıştım ama daha sonra anlamaya başladım:
Biz sabahtan akşama kadar ünlü mahpushanede çay içip fırsat bulunca çalışırken, dükkâna müşteri geliyor, beni göremeyince çırağa soruyormuş:
“Nihat Usta nerede, oğlum?” Bizim az konuşan çırak tek kelimeyle cevaplıyormuş: “Mapushanede!” Soran üsteler de,
“Neden mapusa girdi?” diye sorarsa mesele yok, çırak:
“Çalışıyor” deyip savıyormuş adamı. Ama bazısı çırakla muhabbet etmeyi sevmediğinden neden sorusunu sormaz:
"Vah vah! iyi adamdı, neden düştü mapus damına? der uzaklaşırmış. İlk rastladığı arkadaşına da:
Duydun mu? Bizim Nihat Akkaraca var ya, içeri almışlar onu da" der sorarmış: "Neden aldılar ki içeri, yazı yazmaz bişey yapmaz "deyince diğeri de:
"Biraz solculuğu vardı, acaba ondan mı aldılar dersin?" deyip, haberi aldığı gibi başka arkadaşına aktarırmış. Bu habere en çok sevinen elektronikçi rakiplerim olmuşmuş ama, onlar kısa zamanda öğrenmişler iş için içeride olduğumu.
O ünlü cezaevine yirmi günlüğüne sadece çalışmak için girdiğimi Sinoplu dostlara anlatıncaya kadar, deyim yerindeyse, göbeğim çatlamıştı. Keşke o zaman hiç açıklama yapmasaydım da, o cezaevinde yirmi gün bile olsa, yatmış olduğum bilinseydi. Bugünlerde yazmaya çalıştığım yazıları, cezaevine girmiş çıkmış bir yazarın yazıları olarak daha başka bir gözle okurdunuz…
Not: “Datça’da Zaman” ın ikinci baskısı çıktı .
O ünlü cezaevine yirmi günlüğüne sadece çalışmak için girdiğimi Sinoplu dostlara anlatıncaya kadar, deyim yerindeyse, göbeğim çatlamıştı. Keşke o zaman hiç açıklama yapmasaydım da, o cezaevinde yirmi gün bile olsa, yatmış olduğum bilinseydi. Bugünlerde yazmaya çalıştığım yazıları, cezaevine girmiş çıkmış bir yazarın yazıları olarak daha başka bir gözle okurdunuz…
Not: “Datça’da Zaman” ın ikinci baskısı çıktı .
4 yorum:
merhaba nihat abi,
ne enteresan bi hikaye ...o dizi çok sevdiğim bi arkadaşım oynuyor AYLİN rolunde sevgili ONURYAY EVRENTAN o kadar sevdi ki sinop u her telefonda anlatır..çok şaşırdım bu öyküyü duyunca ..öyküyü ona da yollayacağım ..dizidekilerle paylaşır ..sevgiyle kal
ayşen
Evet, Ayşen, Sinop Güzeldir. iyi insanların ülkesidir. Cezaevi mlum ünlüdür. Az daha benim de adım geçecekti o cezaeviyle. Ne iyi olurdu geçseydi. Kitabın ikinci baskısını da bugünalmıştık.
İkinci baskısı yapıldı demek! Mutlu haber diye buna denir! Çok sevindim. Çok çok tebrikler...
Bu da gösteriyor ki bizim Nihat abimizin de, cezaevinde yatıp ün kazanmış yazarlardan geri kalır yanı yok.
Nice nice baskılar, bol okurlar diliyorum.
İkinci baskısı çıktı ama, öle sizlerin tahmin ettiği gibi değil. Biz bastırdık.
Ama yeni baskıda çok ilginç bir ilave var: Şefika Kamcez'in yorumu. Bir tek harfine dokunmadan yorumunuzu kitabın yorum kısmında kullandık. Çok güzel şeyler yazmıştınız kitap için. Umarım Öykülü manileri de Ağostas ayından önce çıkaracağız.
Bu Sinop Cezaevindeki Günlerim" yazısını bugünkü yerel gazetede yayımlayacaklardı. yanlışlıkla eşim Emel'in Sözlü Tarih hakkındaki bir yazısını yayımlamışlar. Benim yazı Perşembe sayısına kaldı.
Sizi bekliyoruz. Henüz yer ayırtmadık. Dediğimiz gibi gelince bakacağız. İlkin Uslu Aparta, daha sonra başka yerlere. Selamlar tüm Kamcez Ailesine...
Yorum Gönder